30 Mutlu Gün - Son Hafta

 23 Nisan : Bugün 23 Nisan hep neşeyle doluyor insan :D Mahallenin içinde bando ile dolaşan çocukları görmenin mutluluğu vardı içimde. İnşallah bir gün eskisi gibi stadlara da akacağız kutlamalar için :)


24 Nisan : Evdeki bütün kolilerin kalkması mutluluğu. Pek uzun süreli olamayacak ama ayağımın altındaki Can'a ait koliler beni deli etmeye başlamıştı, oh hepsi kalktı.

25 Nisan : İki sene sonra annemi ilk defa evimde ağırlamanın mutluluğu. Her gün birlikte vakit geçiriyor olsak da evimde olmasının mutluluğu başka :)

26 Nisan : Üzerimden bir yük kalkmasının mutluluğu. Tam da kalktı denilmez ama en azından yapmam gereken bir işi daha halletmiş oldum.

27 Nisan : Arkadaşımla bir buçuk saat telefonda konuşup kıkırdama mutluluğu. Niye de kıkırdıyorsak ikimizin de taşınması gerekiyor,  ikimiz de taşınabilmek için beklemek zorundayız, ikimiz de mevcut evinin yarısı büyüklüğünde yere gideceğiz nasıl sığacağız bilmiyoruz... Amaaaan napalım ya moduna geçtik :D 

28 Nisan :Mayıs ayı aktivite plânı yapma mutluluğu. Ramazan da bitiyor olduğuna göre ailece, arkadaşlarımla, annemle bol bol sokaklara akmayı hedefliyorum.

29 Nisan : Laleler bitmeden parka gitmenin mutluluğu. Üzerine deniz kıyısında yürüyüş. Daha ne olsun? 


30 Nisan : Yemek bulma mutluluğu. Akşam hiç yemek yapasım yoktu. Bir makarna haşladım ama yanında ne olacak bilmiyorum. Derken sabah annemin verdiği dolma geldi aklıma. Ay bende bir mutluluk. Çok şükür bu akşam da doyduk ;)


Eveet, bir ay geçmiş bile. Ramazan da bitmek üzere. Umarım gelecek ayı çok daha verimli geçirebilirim. Ve de daha az stresli. Dua edin de kiracımız ev bulup çıkabilsin. 

Benimkisi Aş İki O Anneminki Aş İki Oooooooo Olsa Gerek


İki seneden sonra annem ilk defa evime geldi. Ben salonun bir ucunda o diğer ucunda oturduk. Çıkmadan sosyal mesafeli hatıra fotoğrafı çektirdik     :D

Onu eve götürürken suya verdiğimiz paralardan bahsediyorduk. Benim su şirketim son zıttırı pıttırı sürekli zamlardan sonra 18,50 oldu onunkisi 30 olmuş. İki su arasında ne fark var ki derken olayı çözdüm benimki H2O onunkisi H2OOOoooo olmalı :D


Ramazanın son dönemecine girdik. Son pazartesi bitti. Kaldı 6 gün :) Gelecek ay bol bol planlar yapıp gezip tozmayı hayal ediyorum.


Sincap'a yukarıdan bakmak yerine içinde olmak istiyorum.  Şu anda hayatımızdaki değişmeyen şey o,  minik evimiz :)


Nihayet bahar geldi mi yoksa?  Hadi inşallah.


Otuz Mutlu Gün 3. Hafta

15 Nisan : Manowar geliyormuş Haziran'da niye söylemiyorsunuz anacım. Beşinci defa gidecek olmam mutluluğumu azaltmıyor. Görür görmez aldım bilet :) (İlk Manowar konser maceram da şurada, yine çılgın yine deli bi maceraydı, pek kısa anlatmışım ama.

16 Nisan : Bütün gün hiçbir şey yapmama mutluluğu. O koltuk senin bu koltuk benim geçti gün. Bir de şu mantık bulmacalarına dadandım, telefonuma indirdim bir tane, oruç kafayla bazen on defa bozup yapıyorum ama olsun. Yaşasın ergen mod :D

17 Nisan: Sabah erken kalkınca yatak odasındaki pencere önü keyif köşeme geçip dışarıyı izlemenin mutluluğu. Pazar sabahı yol gürültüsü nispeten az olunca serçe sesleri, martı sesleri, kumru , karga sesleri duymak iyi geldi. Evde oturup dışarıya bakılacak bu tek köşeye kendime bir yer hazırlayabildiğim için de ayrıca mutluyum :)


18 Nisan : Yağmurlu,  puslu, kapalı ve soğuk bir pazartesi sabahına uyandığımda hiç de keyfim yoktu. Bugün yürüyüşe çıkmasam mı acaba moduna girdim. Sonra kızdım kendime. Evde de zaman öldürüp duruyorsun, ondan da sıkıldın kalk da bir alış veriş merkezine falan gidin annenle diye söylendim. Allah'ım orası da nasıl uzak gözüküyor gözüme. Neyse yağmur altında sevimsiz bir yürüyüşle neredeyse kırk dakikada vardık oraya. Kendime yer kaplamayan bir bulaşıklık istiyordum, silikon, rulo olan bir altlık buldum. Tam oğluşlara göre tişörtlere rastladık Mavi'de. Anneanneleri bayramlık aldı onlara. Biraz kitapçı biraz ev eşyaları satan yerleri dolandık. Neredeyse her hafta gidiyorduk,  pandemi arasından sonra ne gerek var moduna girmeye başladık. Kızıyorum kendime. Oysa iyi geliyor işte. Uzun lâfın kısası, bugünkü mutluluğum bu. Alışveriş merkezine gitmek değil, kendimi gitmeye ikna ettiğime mutlu oldum.


19 Nisan : Yeni bir albüm keşfetmenin mutluluğu :) Mutfakta is yaparken pek güzel dinleniyor . Yürüyüşte de :)


20 Nisan : Buraya evlenmenin mutluluğu diyecektim ama kiracı bir çıksın da sonra mutlu olabileceğiz ancak. Neyse ,küçük (salonu şu anki salonun üçte biri sanırım ) ve otopark sorunu olsa da bir ev aldık. Artık emekli olunca bu kiraları nasıl karşılarız sorunundan kurtulduk:)

21 Nisan: Uzun zaman sonra güneş görmenin mutluluğu. 


Bu hafta da böyle geçmiş.

Sabahki yazıma güzel dileklerini bırakan herkese teşekkür edeyim yazımı bitirmeden. Hatta buraya da ekleyeyim

22 Nisan : Birbirinden güzel arkadaşlara sahip olmanın mutluluğu. Bu konuda hep çok şanslı olduğumu düşünürüm. Hepinizi seviyorum. Öpüldünüz :)




Çok Sıkıldım Artık

Sıkıldığım şeylerden bahsetmekten bile sıkılmış durumdayım. Eminim hepsinin sonu güzel bir şeye bağlanacaktır ama tükenmiş hissediyorum şu anda kendimi. 

Sabah dört gibi kalktım. Can'a kahvaltı hazırladım, kendim de bir fincan çay içtim yattım. Ama uyuyamayınca bu saate kadar kitap okudum. Bilgehan kalkıp okula gidecek sanıyordum, o da gitmeyecekmiş. Şimdi yatsam yürüyüşe kadar uyuyabilir miyim, uyuyamaz mıyım bilmiyorum. 

Çok şükür diyecek çok şeyim var çok şükür :) Ama cidden bi huzurlu, durulmuş, neyin ne olacağı belli olmuş, birbirinden sıkıcı konuların üst üste gelmediği zaman dilimine atlamak istiyorum artık. Bunca çirkin insan bana fazla geldi.

Neyse ben gidip yatayım, hiç yürüyüş modunda değilim. Biraz uyku iyi gelecek.

Geçti geçti.


Gecenin İki Buçuğunda Kendine Taze Çay Demleyip İçen Başka Birileri de Vardır Di mi?


Ramazan hep bir tuhaf yavaşlıkta geçer. Bir de pandemiden dolayı iftara misafir de pek çağıramayınca hepten yavaşladı sanki. Pandeminin tek iyi tarafı oğlanların evde olması ve bu sayede hiç tek başıma iftar açmamam. 

Gece üç dört gibi yatıyorum. Bazen ikide. Sabah sekiz buçuk gibi uyanıyorum. Kahvaltı hazırlıyorum. Yürüyüşe çıkıyorum. ( Daha çok gezinti modunda ama bir saat en az yürümüş oluyorum işte)  Döndüğümde akşam yemeğimi plânlıyorum. Yapılacak iş varsa çamaşırdı, ütüydü, bulaşıktı onları hallediyorum. Sonra ağırlık çöküyor. Kıvrılıyorum bir köşeye. Salı perşembe akşam beşte pilates yapıyorum. Cumartesileri de öğlen on ikide. Evet insan oruçken de rahatlıkla yapabiliyor pilatesi. Hocam da oruçlu olunca çok zorlamıyor zaten. 

Kitap çok okuyamıyorum, kafamız karışık biraz. En sonunda o küçük ve çok tamirat gerektiren evi almaya karar verdik ama binbir soru işaretiyle boğuşuyoruz. Kiracısı sorunsuz çıkar mı, otoparkın yetersiz olması Can'ı çileden çıkartır mı, komşular nasıldır, tadilata kaç lira harcarız, karavanımızı nereye koyacağız, onca eşya nereye sığacak,  vs vs.

O arada noterden ihtarname geldi. Alt komşu çektirmiş. Eve geleli daha bir ay olmadı :D Ne gürültücüymüşüz beee. 
Can da ben de bir an evvel şu evden ayrılabilsek modundayız. Zaten o kadar soğuduk ki,  otelde yaşıyormuşuz gibi bir hissiyattayız.

Sürekli mutfak tezgahı falan araştırması yapıyorum ama evi ölçüp biçmeden beyhude bir çaba aslında. Yine de oyalanmak için iyi oluyor. Zira mutfak bakmazsam evdeki eşyalara bakıp bunlar oraya nasıl sığacak moduna geçiyorum. 

İşte böyle bir durumda yapılacak en güzel şey çay demlemek oluyor :D

Gidip biraz da kılık kıyafet bakayım, yarın kıyafetlerimi ayıklamayı düşünüyorum.  Hiç giymediklerimi ve giymekten bıktıklarımı vereyim bir yerlere de yenilere yer açılsın. Yalnız yine 78 kilo olmuşum. Öfff pöfff.


Küçük Bir Ev Meselesi

 Epeydir evden bahsetmedim, merak etmişsinizdir :)

Doğrusu beklediğimden de hızlı yerleştik diyebilirim. Sanırım ev büyük ve dolaplar yeterli olunca kolay tıkıştırdım her şeyi bir yerlere :) 

Mutfak oldukça kullanışlı. Ankastre ürünler var ama kendi büyük ocaklı fırınımı da sığdırmak güzel oldu, fırınını kullanıyorum bol bol. Mutfağın balkonunda barbekü var, iki kere mangal yaptık. Yirmi günde iki kere kullandık millet yirmi yılda kullanmamıştır.

Balkonda hemen hiç oturmadık. İki sandalyemiz ancak sığıyor.. Bitkilerime sera oldu daha çok. Bir de sürekli çamaşır asılı zaten.

Ne çok bitkim varmış, diğer evde belli olmuyordu burada çok mutluyum onları görmekten.

Salonun düzeni çok hoşuma gidiyor. İki ayrı oda gibi, hatta üç.

Pencerelerden pek dışarı bakmıyorum, içerisi ferah ve aydınlık, burnumun dibinde ev yok ama yine de çoğunlukla ev görülüyor. Dediğim gibi evdeki bitkiler manzaram oldu.

Alt komşu....

Psikolojimiz...

Psikolojimiz pek iyi değil. Can yatıya gittiğinde aklı bizde kalıyor. Hemen yatın diye tutturuyor gittiği yerlerden. Sahura kalktığımda yere çatal matal düşecek diye ödüm kopuyor. Gece on ikide oğlanların kapısına dayanıyoruz aman sessiz olun artık diye.

İlk iki olaydan sonra iki hafta böyle ful dikkatle geçti. Can ses yapmayan pek komik terlikler almıştı, karizma sıfırlandı diye dalga geçiyordum onunla. Derken geçen hafta akşam saat on gibi biz film izliyorduk Metos da odasında arkadaşlalarıyla sohbet edip gülüyordu yine bağırışlar işittik. 

Alt kattaki kadının kızı dellenmişti yine. Oğlanın konuşma sesi rahatsız ediyor. Hadi onu anlarım diyelim evden bağrınmak ne demek oluyor onu hiç çözemiyorum. Azıcık yerleşmem bitse izolasyon falan araştıracağım ama bunlar bağrındıkça bana sinir basıyor. Saat geç de değil. Napıyorlar oturdukları yerden bizi mi dinleyip duruyorlar. Yahu çok rahatsızsan bir çözüm bul, bana bağırarak ne olacak ? Hayır evde hırsız gibi dolanıp duruyorum zaten daha ne yapacağım bilmiyorum. Can'a ev sahibini arayalım dedim. O ne yapacak diyor. Bana ne, bu delileri bile bile evini yalıtım malıtım yaptırmadan kiralamış, ben sıkıntı çekiyorsam o da çeksin !

Telefon konuşmaları vs sonrasında bir baktık kapımıza polis gelmiş. Hey ya Rabbim.

Dedik asıl mağdur durumda olan biziz, daha yeni taşındık bu kaçıncı olay..

Ertesi gün ev bakmaya başladık arkadaşlar.

Yahu mahallede de taşınabilecek ev yok iyi mi ? Zaten burayı zorla bulmuştuk. 

Eski sitemizde bir ev bulduk, hani azıcık düzgün olsa ertesi gün taşınacaktık ama her yeri dökülüyordu bir de utanmadan bir sürü para istiyor. Eski evi umursamam ama bana bile fazla geldi.

Satılık evlere baktık. Zaten bakıyorduk aylardır. Sadece bir ev biraz hoş gözükmüştü gözümüze, ama gidip bakamamıştık kiracıları korona oldular diye. Sonra kiracıların hazırana kadar oturacağını duyunca vazgeçmiştik bakmaktan. Oraya gittik. Ev küçücük ( daha yeni büyük eve gelmiştim yav :), her yeri tadilat istiyor, yerleri sanki toprak adacıklarının üzerine muşamba atılmış gibi, odanın birinin camı mutfağa bakıyor ( hahaha valla öyle. Mutfak balkonuna bakıyormuş, balkonu kapatmışlar oda mutfağa bakar olmuş ), mutfak banyo hep elden geçecek falan. En kötüsü de otoparkı yetersiz. 

Eee niye o eve baktık o zaman ?

Salon peceresi yeşile bakıyor, yoldan uzakta ve sessiz. Evin içi yapılır ama dışına çözüm yok.


O arada bir eve daha baktık. Bir apartmanın bahçe katı. Ev kocaman, harika, dolaplar falan bayıldım ama minibüs yolu üzerinde. Araba sesi hiç eksilmiyor.

Çok yüksek apartmanları sevmiyoruz, cadde üzeri sevmiyoruz, zaten çok paramız yok, ayrıca mahalleden uzaklaşmıyoruz. Evimizde parmak uçlarımızda dolaşıp oğlanlar azıcık gülseler hşşşt sessiz olun diye odalarına damlıyoruz, karı koca öööle kalakaldık. 

Bu eve hep ayaklarım geri geri giderek taşınmıştım. Gözlerim yaşarıp duruyordu, varmış bir sebebi.

Şimdi sanırım o dökülmekte olan evi alacağız. Otopark falan ne kadar sorun olacak yaşayıp göreceğiz. Sığmak için epey bi uğraşacağız. Ama önce kiracının çıkması, ( Görmedim ama kiracıya da içim ısındı balkondaki köşesi, çiçekleri ve kitaplarıyla. Umarım kendilerine keyifli bir yer bulurlar.) bizim yer döşemesinden izolasyonuna toparlamamız lâzım. 

Bakalım neler olacak. 

Komşu fobisi başladı, inşallah alttakiler üsttekiler yandakiler güzel insanlar çıkar da bu gerilimli ruh halimizden kurtuluruz.

İşte böyle ey ahali. Ne kitap okuyabiliyorum, ne bir işe odaklanabiliyorum, karman çorman kafamla günler geçiyor. Vardır her işte bir hayır...

30 Mutlu Gün / 2. Hafta

 8 Nisan : İftardan sonra içtiğim çayın mutluluğu. Yemek sonrası çayımı alıp koltuğuma gömüldüğüm an içim sıcacık oluyor.


9 Nisan: Tam iftara yetişen yemek sipariş etmenin mutluluğu :) Hem ben yemek pişirmeden gün geçirmiş oldum hem de tam vaktinde yolladılar, sıcak sıcak yedik.  Oh mis.

10 Nisan: Yeni yıkanmış çarşaf nevresim serdiğim yatağa yatma mutluluğu :) Zaten yatağa yatma anları en mutlu anlarımdandır, bir de tertemiz yatağa atınca kendimi başka güzel oluyor :)

11 Nisan: Simit peynir domates çay :) 

12 Nisan : Koruya gitmenin mutluluğu. Hem bir gün öncenin yağmurlu ve soğuk havasının ardından çıkan güneşle içim ısındı hem de korunun o mis kokuları yüzümde gülümseme oluşturdu. 


13 Nisan : Oğluşlarımın sohbetleri. Kitaplardan, müzikten, derslerden, filmlerden. Yanıma gelip anlatıp anlatıp gitmeleri, paylaşmaları, heyecanları benim mutluluk sebebim :)


14 Nisan : Yemek olmayan bi mutluluk bul, yemek olmayan bi mutluluk bul :D  Ama napiim ya, bu akşam pide aldım, fırında nefis ısıtmışım, tereyağ ve reçelle yemenin mutluluğu inanılmaz.  Her gece pide almıyorum sırf bu yüzden :D


Ehehe, mutluluk sebepleri daha çok yemeğe mi kaymış ne :D Ramazan etkisi diyeceğim ama bu benim her zamanki halim.:)

Evet,  sevgili Şule'nin başlattığı 30 Mutlu Gün etkinliği için ikinci haftamı da yazdım ,  bakalım ayın devamı neler getirecek.

Dördüncü Gün : Eve Dönme Çabaları :D

Dönüş günü tam bir macera günü olacaktı. Zira uçak 11.15 teydi. Biz Montpellier 'den oraya yetişmeye çalışacaktık.  İşin kötüsü gelirken iki saat süren tren dönüşte banliyo trenine dönüştüğünden üç saate uzuyordu.


Hesaplar şu şekildeydi. Beş buçuk gibi kalkıp altı on sekiz trenine yetişip dokuz buçuğa doğru Toulous'a varacaktık. Taksi bulup on gibi havaalanına ulaşacaktık. Bir saatte koşturarak tüm işlemlerimizi tamamlamamız gerekiyordu.


Akşam yatarken dedim ki, taksi falan bulamazsak iki ayağımız bir papuca girer, ben uber çağırayım. Uber hiç kullanmamıştım, uygulamasını buldum, indirdim. Aa bir baktım rezervasyon var. Hemen sabaha yaptırdım. Yaptırdım ama gelecek kim,  plaka falan belli olmadı, sabah eşleşecekmiş birisiyle.


O arada uçağı kontrol edeyim dedim. Bilet hâlâ satılıyor mu diye kontrol ediyorum, zira boş yer yoksa binemiyorum malum :) Aaaa bir baktım bizim uçak 12.15 gözüküyor. Allah  Allah...  Biletime bakıyorum 11.15, sitede 12.15. Kendimce bir açıklama buldum hemen. Can bu bileti kendi uçuş ekibi hesabından aldı ya, orada da saatler lokal gösterilmiyor. Saatler de o gün ileri alındı Fransa'da herhalde ondan böyle bir şey oldu dedim. E canıma minnet. Mutlu mutlu yattım.


Sabah hemen tren istasyonuna indik. Bir tane bile görevli yok o saatte. Yerimizi sormak için kimseyi bulamadık. Onu geçtim peron da yazmıyordu ekranda. Hadiiii. İstasyonun içinde oraya buraya giderken bir baktık gelmişiz doğru perona. Sonra bunun numarasız tren olduğunu düşündük. Neyse bir şekilde binmeyi başardık. 


Yine ekmeğimizle peynirimiz yanımızdaydı, trende kahvaltımızı yaptık. Sonra uyuyarak yola devam ettik. (Hava aydınlanmamıştı, yoksa etraf seyretmekten uyuyamazdım :)

Toulous 'da indik. Garın internetini açıp ubere bakmaya çalıştım,  iki gün önce cillop gibi çeken internet o sabah bozuk mesajı vermez mi?  Eeee nerede bulucam ben arabayı?  


On dakika uğraştık, sonra başka yolla gidelim dedik. Neyse garın hemen yanında hava alanına giden hat varmış. Ona bşlet aldık, beklerken telefonum çaldı. İhtimal uber aradı ama e ben telefonla konuşamıyorum ki o sırada. Neyse uber parası bana geçmiş oldu artık, o sırada onu düşünecek halim yoktu. Otobüsle yarım saatte havaalanına vardık.

Uçak gerçekten de 12.15 te gözüküyordu. Check in  (bunun Türkçesi ne yav?)  yaptırmaya girdik. Bekliyoruz işlemleri. Gişedeki kız biletimizi de görmek istedi. Normalde pasaporttan bulur.  Demesin mi sizin bilet bugüne değil ki?  Hoooo? 

Elli defa baktım o bilete. Saatine, uçuş numarasına,  gününe. Ayına bakmamışım hiç. Meğer Can şubat ayına almış bileti :D Giderken bir gün önceye çevirdiğimizden anlamamışız, dönüşte çıktı ortaya :D Haydaa, Türkiye'de kolay da gavuristanda anlatması bazen çok zor oluyor değişim işlemlerini. Neyse olaylara hakim bir görevli değiştirdi. Ama acımız bu kadarla da kalmadı, sadece kendi biletimi göstermişim, dönüp bir daha bir de Metehan'ınkini bekledik. O arada önümüze biri de geçti tbi iş iyice uzadı.

Allah'tan uçak 12.15 teymiş :D

Sonunda yer numaralarımızı aldık. 

Bu sırada  omuz çantamda ekmek, biraz peynir, bisküvi falan var. Şunu sırt çantama mı tıksam böyle mi geçsem diye düşündüm. Onları uçağa sokabilecek miyiz ondan da emin değilim. Neyse sırt çantama koymaktan vazgeçtim. İyi ki de vazgeçmişim.  Xraydan geçerken çantalarda bir şey varsa ayırıyorlar, görevliler de alt üst ediyor çantaları. Benim sırt çantam yerime sadece o çanta ayrıldı. Sabah kahvaltı yaptık ondan kaldı bunlar dedim. (Tabi böyle düzgün söylememişimdir ama orayı bozuntuya vermeyelim :D)  Baktılar,  verdiler. Eve baget ekmek getirmiş olduk böylece :D

İşte böyle bitti bizim yolculuk. 

Akşam bizi almaya havaalanına gelen Can söylenmekteyken onu susturdum. 

Biz sana gel demedik ki,  madem bir jest yapıp geldin, şimdi söylenip de yaptığın güzelliği batırma dedim. "Bundan sonra sizi alma jesti yaparsam daaaa"  diyerek söylenmesine devam ederken hepimiz kahkaha atıyorduk. 



Eh, akşam iş çıkışı iki saatte de eve varabildik. 12 saati geçti bizim otelden eve ulaşmamız. Aklı başında insanın yapacağı iş değildi oraya gitmek ama hiç pişman değilim, yine olsa yine giderdim hakim bey :)

Eve döner dönmez iki gündür kravatını bulamamış kocamın kıyafet kolilerini açmaya girişerek kaldığım yerden işlere devam ettim.

Ve iki hafta geçmiş o günden beri.

Hayat çok hızlı geçiyor.arkadaşlar.

 Üşenmeyelim, ertelemeyelim, vazgeçmeyelim...

Üçüncü Gün : Bir Hayali Gerçekleştirmek

Heyecanla beklediğimiz gün gelip çatmıştı.

Gerçi bahtsız bedeviliğimiz had safhada olduğundan biraz buruk hissediyorduk. Zira en sevdiğimiz erkek sporcular katılmamışlardı, kadınlar ve çiftlerdeki favorilerimiz Ruslardı ve şampiyonaya alınmadılar :(  Neyse ki yarışmalara değil de gala programına bilet almışız dedik, en azından gösterileri izleyeceğiz. Gala biletini tüm dallardakileri görebilmek için almıştık.


Sabah yine sevimli bir kafe bulup kahvaltı etmek hayalimiz suya düştü zira günlerden pazardı :) Kafelerin çoğu kapalıydı. Neyse ki tren garının yanında çayı ve kruasanı olan açık bir yer varmış. Fena da değildi.


Tabii ki şehrin öte ucuna da yürüyerek gitmeye karar verdik. Önce şu kanalın kenarından kuş sesleri ile ilerledik.


Sonra da ana caddenin kenarındaki bu keyifli yoldan,  ağaçların arasında dümdüüüüüüz yürüdük. 



Ve 7 km sonra mutlu son :) Yarışmanın olduğu arenaya iki saat öncesinde vardık. Biraz kapı açılışını bekledik. Biraz içeride dolaşıp alış veriş yaptık.

Kendime çanta ve küpe aldım. Buzdolabı magnetini de unutmadık :)



Derken içeri girdik. 


Paramıza kıyıp piste yakın bir yerden bilet almıştık, düşündüğümüzden bile yakınmış. Ağzı kulaklarında ana oğul fotoğrafımızdan da anlaşılıyordur sanırım :)
 



Rüyada gibi geçen üç saat sonrasında bulutlardan aşağı inmemiz uzun sürdü :D

Çıkışta neyse ki hemen yakında bir KFC bulup orada karnımızı doyurduk, hemen yanındaki açık pastaneden de ekler alıp çay içtik. Dönüş yolunu yürümeyip tranvaya binmeye karar vermiştik. Sabah kahvaltı ettiğimiz yere geri dönmüş olduk. 

Yorgunduk ama hava kararana kadar biraz daha dolandık sokaklarda. Ve şehrin kocaman takının olduğu alana ulaştık.









Su arkının olduğu yere geldiğimizde şehrin ne kadar büyük olduğunu fark ettik. Her yer tarihi binalarla doluydu.


İyi ki dünya artistik buz pateni şampiyonası nerede olacak ki diye bakmışım, iyi ki kendimi zorlamışım, bu şehri hiç göremeyecek bu macerayı hiç yaşayamayacaktım aksi halde. 

Otele dönüş yolunda çektiğim fotoğrafları bir şarkı falı yapmak için saklayayım.  Dönüş yolundaki şabalaklıklarımızı anlatacağım son yazıda görüşmek üzere :) 

30 Mutlu Gün

Sevgili Şule nisan ayı için böyle bir etkinlik başlatmış, bu gece ancak blog okumayı başardığım için yeni fark ettim. (Bakınız) 

O zaman balık hafızamla geçen haftaya dönüp bir hafta boyunca her gün beni mutlu eden şeyleri bulmaya çalışayım  :)

1 Nisan :  Arkadaşlarımız geldi, evde misafir ağırlamak ne mutluluk :) Aynı zamanda mutfağın minnak balkonundaki minnak barbeküyü denedik, bacası çekiyormuş, artık evde mangal yapabileceğimizi öğrenmiş olduk :)  

2 Nisan : Ailece sahura kalkmamızın ve yılların ritüellerini yapmamızın mutluluğu. Sahur sonrası ezan okunana kadar televizyonda çizgi film izlemek.  Oğlanlar küçükken dolu mideyle hemen yatmasınlar diye yapardık, onun için o saatte çizgi film izlenir bizde :) Ve her ramazanın ilk iftarında fırına gidip bir saat kuyrukta bekleyen Bilgiç'in getirdiği sıcacık pidelerin kokusu. 

3 Nisan : Sabah pazar dönüşü rüzgâr ve yağmura yakalanmam sonucunda çektiğim video :) 


4 Nisan : Sabahın ilk saatlerinde pazıyı kavurup pırasayı pişirmenin mutluluğu :) Pırasa pişirmesi en pratik sebze, ama pazı pişirmek kavurmasına bayılmasam yapılacak iş değil.  Sabahtan yemek hazırsa insan ne huzurlu oluyor :) 

5 Nisan : Akşam pilates yapmanın haklı gurur ve mutluluğu :) Umarım ramazandan sonra her gün yapma moduma geçebilirim yeniden. Çok iyi geliyor zira. 

Bir de satsak mı atsak mı saklasak mı dediğimiz,mandolinimi elime alıp çaldığım an çok özeldi. Bilgiç de gitarını kaptı, tek şarkılık konser verdik. Ne büyülü bir an.


6 Nisan : Evdeki dağınıklıkların yavaş yavaş yerlerini bulmaları çok mutluluk verici. Ben ev yerleştirmeyi seviyormuşum, onu fark ettim. Can da bugünlerde evde olunca,  yapboz tablolarımı duvara astık, dolapların içini doldurduk falan. Sanırım birlikte birşeyler yapmamız da beni çok mutlu ediyor. 

7 Nisan : Uzuun zamandan sonra alış veriş merkezine gittim. Pijama görünce almaya karar verdim. Zira benim pijamalardan birisi seneler içinde boy attı sanırım paçalarımdan aşağı düşüyor, beli omzuma çıkıyor. Bir de baktım dirseği de yırtılmış, hahaha. 

Bir haftalık mutluluk listem bu kadar.  Bakalım gelecek hafta ne güzellikler yaşayacağız :)


İkinci Gün : Toulous'tan Montpellier'e

Sabah erkenden uyandık. Saat sekiz dokuz gibi çıkarız dediğimizden oyalandık biraz. Eşyalarımızı topladık. Anne Sophie bize anahtar bırakmamıştı, uyansın da çıkalım diye bekledik. Sonra baktım diğer odadaki çocuk gitmiş, kapıyı açınca paspasın altında anahtarı gördüm. Hadi Metos biz de sessizce çıkalım dedim. Sırt çantalarımızı yüklenip parmak uçlarımızda çıktık evden.

Blagnac'tan  şehir merkezindeki gara 7 km vardı. Tabii ki yürümeyi tercih ettik. Kasabanın içinden geçerken baktık pazar kurulmuş, ekmekler, peynirler, bilimum deniz ürünleri, etler, sebzeler. Kendimize küçük güzel bir kafe bulup kahvaltı yapacaktık ama bulamazsak her birlikte dolaştığımızda olduğu gibi aç kalmayalım diye düşünüp nefis bagetlerden ve şekerli milföy gibi bişeylerden aldık. Sonra peynirci görünce ondan da kocaman dilim peyniri attık çantamıza. Nitekim istediğimiz gibi bir yer bulamayınca aldıklarımızla şehrin ortasından geçen kocaman kanalın yanındaki parkta kahvaltımızı keyifle yaptık.



Sonrasında kanalı takip ederek şehir merkezine kadar yürüdük.  Kuş sesleri öyle güzeldi ki. Metehan'a iyi ki büyük fotoğraf makinamı ve zum objektifi getirmemişim, aksi halde beş saatte gidemezdik bu yolu dedim :)


Merkeze ulaştığımızda öğlen olmak üzereydi ve biz çay diye deli oluyorduk. Neyse,  küçük sevimli bir kafe bulduk, çaylarımızı içtik. Ve tren istasyonuna gittik 

Biletleri bir gece önce internetten almıştım telefonuma qr kodları gelmişti. Neyse ki trenlerin saatlerini ve peronları yazan elektronik tabela vardı. Onu takip edip peronumuzu bulduk. Tek sorun bilet numaramızı göremiyor olmamızdı. Bize yollanan biletlerde yer numarası görülmüyordu. Telefona bilet aldığım yerin uygulamasını indirdim, yine görünmedi. Trenin yanında bir ipucu arayarak dolanmaya başladık. Artık en kötü ihtimalle binip içeride bir yere oturup birileri geldikçe sağa sola kayarız diye düşündük. Neyse en arka vagonun önünde bir görevliye rastladık. Derdimizi anlattık. Qr kodunu okuttu, bu dönüş bileti dedi. Hımmm. O zaman diğerini gösterdik. Bu da dönüş bileti dedi. Hahaha. Elimde dört kod var hepsi dönüş biletiymiş. Gidiş yok. Neyse bi mailde yazıyor gidiş biletimi de aldığım. Doğum tarihinizi söyleyin oradan bakayım dedi adam. Var ya, doğum tarihlerini hiç doğru yazmam sağa sola, nereden estiyse doğru yazacağım tutmuştu. Pasaporta bakıp yazdığı tarihi orada göremese ne olurdu bilmiyorum :) Neyse en sonuda yerimizi öğrendik. Güler yüzle bize yardımcı olan adama bir de buradan gitsin güzel dileklerim :) 


Bu arada, ortada masalı karşılıklı oturulan bir koltuğa denk düşmüşüz. Yola çıkınca baktık ters gidiyoruz karşıdaki koltuklara geçtik. Doğrusu hiç benlik bir hareket değil ama Can'la otuz yıl yaşamanın ardından sınırlarımı esnetmeyi öğreniyorum hafiften :) 


Elimde de kitabım vardı ama tabii ki çoğunlukla dışarıyı izlemeyi tercih ettim.  Tren yolcuklarında manzaralar nefis oluyor. Ve ben her ne kadar binme fobisine sahip olsam da dünya üzerindeki tüm trenlerle gezmek istiyorum :)

Expres trene bindiğimizden iki saat sonra ulaştık Montpellier'e.  Otelimizi istasyona çok yakın olan seçmiştim, dönüş yolunda pratik olması için. Hemen bulduk. Bu sefer oteldi gerçekten de :D



Tarihi binanın merdivenleri pek güzeldi ama bir kere çıktık oradan, üç kat güya ama tavan yüksek beş kat çıkmış gibi oluyorsunuz :D


Asansörü ise tam klostrofobik, bilmiyorum fotoğraftan anlaşılıyor mu ama kibrit kutusu gibiydi :) Metos'la ilk gün buna iki kişi binebiliyor muyuz diye baktık, üç kişilil yazısını görünce güldük, hahahah, sırt çantalarımızla sığmak için omuzları büzüştürüp karnımızı içimize çekerek ancak girebildik, üçüncü bir kişi olsa ne yapacaktı bilmem :)



Odamızda fazla oyalanmadan kendimizi dışarı attık. Kapanmadan müze gezebiliriz belki diye düşündük. 

Günlerden de cumartesi olunca sokaklar cıvıl cıvıldı. Öyle iyi geldi ki o sokaklarda olmak. 

Bu arada benim kafamda niyeyse Montpellier küçük bir kasaba olacak gibi canlanmış. Sanırım buz pateni olmasa gidip göreceğim yerler arasında olmazdı. Çok şey kaçırırmışım. Zaten bir gün de pek yetmedi ama dolu dolu geçirdik.

Bir de Toulous'la aralarında dağlar kadar fark var. Toulous sakin, nezih bir şehirdi. Ben Can'la gittiğimde orada tek başıma çok dolaşmıştım. (Merak edenler Toulous etikene tıklayabilirler)  İn cin olmayan parklarda bile güven içinde hissetmiştim. Oysa Montpellier kozmopolit geldi. Serseri kılıklı gençlerle doluydu . Aynı zamanda turistler çoktu. İkinci günün akşamı nihayet kafamıza dank ettiği üzere gerçekten de çok büyüktü.



Bir binanın içindeki yerel küçük bir müzeyi gezdik. Bedavaydı. Fotoğraf çekmek yasaktı.Görevli hanımın fransızca  ışık düşmesi solda dediğini anladığım için pek mutlu oldum.  Fotoğraf çekemedim ama verdikleri broşürü paylaşabilirim :)




Oradan çıktıktan sonra da Fabre Müzesi'ne yöneldik. Bu müzede Sezer'in kulaklarını çınlattım. Hem müze hem resim, birlikte gezsek ne güzel olurdu diye düşündüm. 

Kapanmasına bir saat kala girdiğimizden bütün galerileri dolaşamadık ama yine de 52 odanın 30 u da bize yeterli geldi. Zira büyük müzelerde bir yerden sonra kopuyorum,  dikkatimi toplayamıyorum. 





Ne zamandır boynu bükük duran bilet koleksyonuma bu güzellikler eklendi :)

Akşam saat altıda müzeden çıktıktan sonra bütün günü peynir ekmekle geçiştirmenin ardından güzel bir yemek istedik. İki saat aynı sokaklarda dolaşmış olabiliriz :D Pizzacı, falafelci, dönerci, japon yemekleri,  biracı, dondurmacı, pastane, bol miktarda kafe falan olmakla birlikte fransız restoranı yoktu. Kimi de ara sokaklarda karanlık yerlerdi. E ben gözümü gönlümü de açmayacaksam sırf midemi markette de doyururum. 

Bu arada evde başka ayakkabı bulamadığım için botla saatlerce yürüyen ayaklarım su toplamıştı. Çantamdaki yarabantını inatla bulamadığımdan bir eczaneye girip baktık. Tam almak için para çıkartırken, paraların arasından düştü benim yarabantı. 

Bu arada bir hediyelik eşya dükkânında posta kartları görünce oraya girdik. Fransızca hem kart alıp hem de pul istemeyi başarmanın haklı gururu içinde çıktım oradan.

Çıktıktan bir saat sonra ( hâlâ yemek yeri arıyoruz :D)  bir baktım cep telefonum yok. Bi bu eksikti... Neyse ki çok  akıllı bi oğlum var. Daha üç yaşındayken oynadığım bilgisayar oyununda beşinci defa aynı örümceğim yanına gidip ölecekken bana "Anne oğda öğümcek vağ" diyerek yönümü düzelten akıllı bıdık 23 yaşında  girdiğimiz iki dükkânın yerini de şıp diye bulur tabi. 

Evet pulları fransızca istemeyi başarmanın haklı gururunu yaşarken cep telefonumu tezgâhta bırakıp çıkmışım. Ohhhh.

İşte böyle maceralı ikinci günün ardından, nihayet keyifli gözüken bir restoran bulup, içeceklerin arasında topu topu yarım sayfa olan menüsünü bir saat inceleyip bir hamburger sipariş edip, mini mini hamburgerin soslarının nefis olduğu konusunda fikir birliğine varıp  akşam yemeğimizi yedik. Hesap geldiğinde şaraplarımızın eklenmediğini görünce çaktırmadan sıvıştık  :D Hahaha, on kuruş eksik alsa karşımdaki onu ikaz eden ben,tabii ki illa haber veririm. Biz ikaz ettik, onlar da bir şarap parası alarak bizi ihya ettiler, gülümseyerek çıktık oradan. Metehan'ın doğum günü hediyesi oldu o şarap :)



Vakit çok geç sayılmazdı ama son enerjimizle markete uğrayıp içecek birşeyler alıp otelimize attık kendimizi. Nitekim ertesi gün yine tabana kuvvet yürüyecektik :)

Oyyy,  bu sefer cidden çok uzun yazmışım,  umarım çok sıkılmamışsınızdır :)

Devamı gelecek :D