Nostaljik Pazartesi

Dün domates işi bitirildiyse bugün bir domates yazısına nostalji yapılabilir.

Yalnız iki senedir mutfak robotuyla çekmek yerine yine kabukları soymaya başladım.  Zira özellikle çorba yaparsam bizimkiler tütüsü pütüsü kabuk parçacıklarını sevmiyorlar. Bir tencere de su kaynatıp domatesleri onun içine atarak soyuyorum,  dilimleyip tencereye atıyorum. Sonrasında pişince blendırdan geçiriyorum.

Gerçi dün kavanozlarımı bitiremedim, biraz daha yapsam mı sorusu kafamda dolanıyor ama biraz beklersem geçer belki :D

Eveet gelelim ultra süper domates tarifli nostalji yazımıza. Bu arada domates güzelimiz Ayşen Gruda'yı da rahmetle analım. Nur içinde yatsın.

11 Eylül 2014 Perşembe

Domates Güzeli Handan Gruda Bildiriyor:-)

Son tencerenin içine biraz da biber doğradım, o da pişsin, işlem tamam:-) 


Ama dur baştan anlatayım. Her sene domatesi yaptım derim de hiç nasıl yaptığımı söylemedim sanırım. Belki birilerinin işine yarar:-)

Öncelikle kaplar ve yıkanmış kapaklar tezgâhtaki en ergonomik yer olan ocağın yanına dizilir.

Domatesler bitmiyo bitmiyo diyerek yıkanır. Tabi hepsi bitmez, zira evdeki kap kacağında bir sınırı vardır. Olsundur. Birazdan yıkama işlemine devam edilebilir, şimdi doğramaya geçelim.

İlk zamanlar domatesi soyup tencerede pişiriyor sonra da blenderdan geçiriyordum. Soymadan pişirirsem çekilirken kabukları kalıyordu hoş olmuyordu.

Takdir edersiniz ki bu gayet meşakkatli bir işti, üstüne üstlük domatesin en faydalı kısmı da gitmekteydi. ( Gerçi kabuklardan da çorba yapıyordum ama yine de aklım kalıyordu orada)

Neyse sonradan soymadan yapma kısmını öğrendim. Ki senelerce kullandığım minik mutfak robotunu bırakıp büyüğünü almamın sebebidir bu metod:-)

Nerde kalmıştık, güzelce yıkandı ya, şimdi de hepsi dörde bölünür. Ve porselen bir tabağın altına sürmek suretiyle bileylediğimiz bıçağıyla ( Ba ba ba ba, bir cin fikir daha verdim bu arada:-)  hazır bekleyen mutfak robotunda çekip tencereye koyulur.



Arada karıştırmak suretiyle pişirilir.

O pişerken boş durulmaz tabi, yenileri yıkanır, doğranır, bir sonraki postaya hazır edilir.

İçine bir şey ekliyor musun Handan?

Hayır canlarım, benim domatesler sade . İçine hiçbir şey katmıyorum. Tuzsuz, yağsız tek başlarına pişiyorlar.

Piştikten sonra benim gibi tencereden boşaltma özürlüyseniz, en büyük boy cezve ile kaynar halde kavanozlara hiç boşluk kalmayacak şekilde doldurulur. (Doldururken sağlıklı, huzurlu, keyifli sofralarda ağız tadıyla yensin diye dua da ederim ben hep:-) Can çağrılır- ya da siz onu çağırmayın tabi, sıkıca kapak kapatacak herhangi birisi de bu işi görebilir- yeni kapaklar sıkıca kapatılıp, ters çevrilerek konulur.

Soğuyana kadar bu şekilde dursunlar.

Kapak iyi kapanmamışsa sızıntı olabilir. Panik yok, o kavanoz tencereye boşaltılıp kaynatılarak yeniden aynı işlem yapılabilir. Yine de siz kapakları sıkı kapamaya bakın, İzmir'de bir keresinde sabah mutfağa girdiğimde tavana kadar domates kaplıydı:-)  Gülücük koydum ama o sırada hiç gülmüyordum takdir edersiniz ki. O günden beri kavanozları üzerine bir örtü seriyorum ki, fışkıracaksa da tavana ulaşmasın.

Şimdilik bu önemli mevzu ile aklıma gelenler bunlar. Sanırım son tencereler de pişmiştir. Masanın üzerinde onlara yer açmalıyım.


Ah,bir şey daha.. Ne kadar kaynatmalıyım derseniz, yakmadığınız sürece ne kadar kaynatsanız fark etmez, çok pişerse o kadar likopen açığa çıkar:-)  ( Bknz)

Sonradan aklıma gelen not : Kapak sayısını kavanozdan bol tutun, kapatırken işe yaramayan çok sayıda çıkabiliyor. Sonra vıy benim kavanozum var ama kapağım yok, uy nereden kapak bulsak falan demeyin, benden söylemesi.

Son Güncel Not: Kavanozları yerleştirmek üzere bir elime aldım, hepsi hava almış :( Kapaklar bozuktu sanırım. Şimdi hepsini tekrar kaynatıp yeni aldığım kapaklarla kapatıyorum. Kapak yıka kavanoz yıka, tencereleri tekrar yıka, ocak yine battı.. Öffff.

İşler Falan

Sabah tartıldım, bir kilo almışım. Yani günde yarım saat yürüyüş bir saat pilates yapıp normal yemek yersem kilo alıyorum.  Aman ne güzel.



Neyse.

Gelecek haftasonu etkinliğimiz için etkinlik çantası ayarlamaya çalışıyorum. Kimin evinden benimkisi kadar ıvır zıvır çıkar bilmiyorum :)

Geçen gün bir arkadaşım atölyeyi de ziyaret etmek istiyorum bir gün dedi. Hahaha. Ediyorsun zaten atölye benim salon dedim :D



Bir yer tutacak olsak kirasını karşılayacak kadar çok iş yapmıyoruz ki biz henüz. O günleri de görürüz inşallah.

Dolayısıyla salondaki dolapların yüzde ellisi atölye malzemesi :)


Yarın pazarda domates bulabilirsem kışlık domates yapacağım. Bu sene çok geç kaldım. Geçen seneki kavanozları daha bitiremediğim için herhalde rahat rahat oturdum :D

Bu sene elli kilo alayım bari.

Mutfağı bu akşamdan toparlayıp kavanozlarımı çıkartıp domates düzenimi kurmalıyım.


Üç makina çamaşır da yıkandı bu arada. Onu da halletsem güzel olacak.

Salı günü misafirim gelecek,  dolayısıyla pazartesi evi toparlamalıyım.

Ev hiç toparlanmıyor.

Ivır zıvırdan geçilmiyor.

Bir gün her şeyi fırlatıp atacağım pencereden, oh...


Filmekimine bilet almaya fırsatım olmadı. Neyse başka sinemada giderim belki istediğim filmlere.

Çok güzel pırıl pırıl bir eylül günü,  balkona çıkmaktan iş yapamıyor olabilirim.

Azıcık enerji istiyorum.

Nezle de olmak üzereyim sanki. Pazartesinden beri evde hapşu hupşu duran Can'dan bana atlamasa iyi.

Bu kadar :)

Not: Fotoğraflarda şarkılar gizli, tıklayıp alınız :)

Son Mutfak Denemelerimden Bahsetmemişim Ben

Öncelikle bir önceki yayındaki geçmiş olsun ve atölye dileklerine çok teşekkür ederim.

Parmağım biraz daha iyi. Dinlendirmeye devam ediyorum. 

Bugün aklıma yapıp da buraya koymadığım iki denemem geldi. Yok üçmüş.

Birincisi nachos.

Oğlanlarla ben çok seviyoruz, markette görünce hemen alıp denedim.


Pratik ve keyifli bir öğün veya ara atıştırmalığı çıkıyor ortaya.


İkincisi ramen.

Noodle yapmışlığım çoktur ama ramen hiç denememiştim. Bilgiç nedense hep ramen ister, içindeki malzemeleri ben yemeğe koysam öğk der ama japonlar yapınca baş tacı :D

Ben de basitinden deneyeyim dedim.


Noodle üzerinde tavuk haşlayıp suyunu ve kendisini koydum. Taze soğan doğradım falan.

Son olarak yine Japon mutfağından onigiri.

Geçen gün Bilgiç ve arkadaşlarına parti hazırlarken aklıma geldi. Noodle yanısıra onigiri de yapamaz mıyım dedim.

Lapa pirinç topu olduğundan yapması basit.

Yalnız bekledikçe güzelleşti. İlk yaptığımda kıvamı çok az yumuşaktı, akşama daha hoş oldu.


İşte içi ton balıklı onigiriler de böyle.

Diğer harika tariflerim için mutfakta etiketine alayım sizleri. Çok komik tarifler var,  bayağı eğlenceli,  tavsiye ederim :)

Başparmağım Sakatlanınca Yazamıyormuşum Yav

Başparmağım  diğer bütün eklemlerim gibi sakat. Sanırım en son spor yaparken farkında olmadan yük bindirdim, bir kaç gündür telefondan yazı yazarken rahatsız ediyor. Bilgisayardan yazmak da yakını görememeye başladığımdam beri sevimsiz oldu. Onun için bu hafta pek gelip sizlere yorum yapamadım arkadaşlar. Ama okuyorum.

Şu anda bile tek elimle yazıyorum, daraldım :)

Yelkovan Ayölye işlerimize başladık,  umarım bol katılımlı atölyelerimiz olur. Öyle keyif alıyorum ki plânlama yaparken. İnsan gerçekten de sevdiği şeyi yaparken yorulmuyormuş.

İnstagram hesabımızı takip ediyorsunuz,  değil mi? yelkovan_atolye


Bu aralar sürekli çiğdemlerimin fotoğrafını çekmekteyim.  Mutluluk veriyor onları izlemek.

İşte böyle. Parmağım biraz daha kendisine geldiğinde görüşürüz millet.

Ve evet fotoğrafa bir şarkı sakladım,  tıklayıp alınız :)


David Garrett




Dün gece Metos'la harika bir konsere gittik. Hem klasik müzik hem rock, tam bizlik.

David Garrett blog sayesinde keşfettiğim sanatçılardan . Sevgili Arzu bahsetmişti bir keresinde,  o gün bu gündür çok severim. 

Bir kere daha gelmişti İstanbul'a ama çok geç öğrendiğimden gidememiştim bu sefer instagram hesabından görür görmez biletimi aldım.  

Dün çok keyifsiz bir günümdü, o kadar iyi geldi ki bu konser. İyi ki müzik var, harika müzisyenler var.

Üstteki mini videoyu yanımızdan geçerken çektim. İtiraf ediyorum koridorda çalmasını beklediğim için en kenardan almıştım bileti :)

Son olarak. Kesinlikle fotojenik değilmiş,  kendisi çok daha güzel :)


Fotoğrafa tıklayıp en beğendimiz şarkıya ulaşabilirsiniz.

Hepinize iyi pazarlar.

Kitap Salı

Siz bu satırları okurken ben dünyanın öte ucunda uyuyor olacağım ihtimal  demişim ilk cümlemde ama yayımlamayı unuttuğum için öyle bir şey olmuyor tabii. Okuduğum başka kitaplar da oldu ama bu yazıyı böyle bırakayım en iyisi :)

Okuma şenliğinin son üç kitabı kalmıştı. Bir tanesini daha bitirdim. Diğerini cuma akşamına kadar bitirebilirsem (geçen cuma oluyor bu)  (bilmiyorum hangi cuma olduğunu şu anda :) sonuncuyu da yolda okurum diye düşünüyorum. Bakalım, yazının sonlarında göreceğiz bitip bitmediğini :D

Ben şimdi okuduğumu yazayım öncelikle.


Klasikler deyince anneme bana kitap bulur musun diyorum hemen. Ondaki kitapalr dururken başkasına bakmaya gerek yok.

Bu kitabı okumuştum daha önce ama yeniden okuma zamanı geldiğine karar verdim :)

Halley'in Dünya 'ya çarpma olasılığıyla insanların telaşa düştüğü bir zaman diliminde geçiyor olaylar. Hüseyin Rahmi yine öyle güzel anlatıyor ki . Eski İstanbul gözümüzün önünde canlanıyor. Hem gizemli bir kadın ile meraklandırırken hem de çok güzel konulara parmak basan konusuyla çok severek okudum bu kitabı.


"Hayat sayısız can düşmanlarına karşı aralıksız karşı konularak sürdürülen pek ince bir geçittir. Hayat, hayatı yiyerek,  yok ederek kendini devam ettiriyor. Biz yaşamak için başka hayatlardan gıda alarak onları kendimizde sindirerek kendimize çeviriyoruz. Başka hayatlar da aynen bizi yutmaya uğraşıyorlar. Etten kemikten yaratılmış şu aciz vücudlarımızın ne kadar zararlı,  tehlikeli mikroplara yiyecek olma istidadı taşıdığını, vücud makinası dediğimiz ve bir saat gibi tıkır tıkır işleyen iç aletlerimizin ne kadar ufak arızalarla çarpmaktan kalmak tehlikesinde olduğunu bilsek, belki bir an ferah nefes alamaya bile korkardık." 

"Bir devlet adaletin harfi harfine, fiilen kefil olmak için mahkemeler açıyor, kanunlar yapıyor. Komşusundan bir tavuk çalan bir fakiri, bir açı suçluyor. Ama kendisinden küçük veya kuvvetsiz komşu bir hükümeti yutmak ve memlekete katmak hırsından, adalete aykırı düşüncesinden bir türlü kendisini kurtaramıyor. İnsan işlerindeki bu gariplik bazen öyle derecelere varıyor ki hakla haksızlığın, adaletli iş görmekle hırsızlığın, zorla almanın sınırlarının nerelerde başlayıp nerelerde bittiğinin kestirmekten insan aciz kalıyor. Kuvvetli olan haklı oluyor. O derece ki acizlere, zayıflara hıkkı en kuvvetli olan dağıtıyor. Kuvvetlinin fikri hak oluyor. Bir zayıf insan kuvvetlinin fikrini hak olarak kabul etmek zorunda kaldıkça hürriyet, adalet kurulmuş olamaz."

" Sana sahip olacak adam müsade ederse o zaman yazarsın cevabını veriyorlar. İşitebiliyor musunuz? Bana sahip olacak o adam. Offff. Şimdiden o adamı hiç sevmiyorum. Çünkü daha adını bilmeden, yüzünü görmeden bu adamın isteğine,  emrine boyun eğmiş bulunuyorum. "

" Neden insan öldürme tekniğinde en usta olan,  savaş aletleri en mükemmel bulunan milletler en ileri, en medeni sayılıyorlar?  "

"Bu neden?  Memleketimizde kadının her saldırışa hazımla karşı koymaya mecbur, aşağı yaratılışlı sayılmasından.. Sırf erkeklere eğlence olmak için yaratılmış sanılmasından."

"Bu coşan ben değilim, aşktır, tabiattır buyuruyorsunuz. İnsaf edin bu bir mazeret midir? İnsan bir kabahati tabiata mal ederse ondan el yıkamış mı olur?"

" Beyefendi kız kardeşiniz, anneniz akşamlara kadar evde nasıl vakit geçiriyorlar,  hiç bunu düşünmek zahmetine katlandınız mı? Hayır... Hayır... Bin kere hayır. Evrim kanununa dair kafa yordunuz. Darvinizmi incelediniz. Cüzi irade meselesi için yoruldunuz. Çekim kanunu, fizikte Carno prensibini düşündünüz. Size bu kadar uzak şeylere zaman ayırdınız. Ama size o kadar yakın bulunan anne ve kız kardeşinizin evdeki yaşayış tarzının sağlıklarına tesir edeceğini hiç aklınıza getirmediniz. Çünkü onlar adet icabı o yaşayış tarzına mahkûmdur dediniz. Ötesini düşünmediniz."

Eğlenceli üsluplu muhabbetlerin arasındaki bu kocaman cümlelere hayran olmamak elde değil. Ve geçen 100 senede kadınlar için değişen fazla bir şey olmamasına da üzülmemek.



İkinci Dünya Savaşı sırasında yenilmekte olan Fransızların hallerini sergiliyor kitap. Daha çok da askerlerin hallerini,  başlarındaki subaylar gitmiş,  ateşkes imzalanmış, yenilmişler, geleceklerinin bilirsizliğinin korkusu anlık özgürlüklerinin keyfi birbirine karışıyor.

Oldukça konuşma geçen kitapta en zorlandığım kimin kimle konuştuğu oldu.  Dialoglarda kimin ne dediği belli olmuyor.  Zaman zaman iyice karışmış. Tekrar tekrar okumak zorunda kaldım. Zaten bir anda bir sürü kahramanla tanışıp, kim kimdir anlamazken bir de dialoglar yorucu oldu. Her konuşma çizgisi farklı birisi olsa yine bir şekilde çözülür de aynı kişiinn başka cümlesine tekrar çizgi çekilince işin içinde çıkılmaz bir hal aldı.


Sanırım Morpa'dan aldığım bu klasikleri verip başka alacağım.

Günümüze Yetişelim Artık :)

Nüvyork anlatıp dururken arada anlatmadığım geçen haftanın özetini koyayım buraya.

Doğrusu hâlâ kendime gelemedim.

Bir sersemlik var üzerimde. Negatif bir enerji de dolanıp duruyor evde. Neyse bu da geçer herhalde.


Geçen hafta cuma günü Londra'dan gelen arkadaşımla geçirdik bütün günü.


Cumartesi doğumgünü kutladık. Bilgiç'in doğumgününde arkadaşları İstanbul'da  olmadığından genelde arkadaşının doğumgününe ortak oluyor, birlikte kutluyorlar :)




Pazar sabahı üniversite arkadaşlarımla kahvaltı yaptık.


Salı akşamı yirmi yıldan uzun süredir görmediğim arkadaşlarımı gördüm.


Teftiş Kurulu'nda görev yapmış yetmiş kadar müfettiş buluşmayı başardık. 1980 lerde müfettiş olanlardan bu sene müfettişliğini almış olana oldukça karma bir gruptuk.

Yanımdaki Meltem'le dedikodu yaparız diyordum ama kimseyi hatırlamayınca dedikodu da olmuyor haliyle :D Zaten teftişteyken üstadım bana senin değerlendirme notunu kıracağım hiç dedikodu bilmiyorsun dediydi, hahaha.

İşte geçen hafta da böyle geçti.

Pazartesi gününden beri spora başladım yeniden. Kış dönemine geçmişler, her gün pilates var. Ama nasıl pilatesse kan ter içinde kalıp eve döndüğümde pestilim çıkmış oluyor. Ama saati güzel. Döner dönmez uyuyabiliyorum :D

Yarın sabah tartılacağım, bakiim ne durumdayım. Tatilde günde 25.000 kadar adım attığımdan kilo almadım ihtimal ama döndükten sonra almış olabilirim. Göreceğiz bakalım.

Son olarak da şuraya bir New Jersey videosu bırakıyorum. Radyoda çalan şarkı hoşuma gittiği için çekmiştim biraz da, şarkı duyulmuyor ama yol videosu hoş olmuş.

Dün şarkının hangi şarkı olduğunu aradım ve inanılmaz şekilde ilk denememde buldum. Onun videosu da en altta, dinledikçe bu tatili hatırlarım artık.





Bu videonun başka bir versiyonu daha var ama ben organ bağışlamaya dikkat çeken bu versiyonunu daha çok sevdim.

9 Eylül New York / Son Gün

Son gün. Akşam 19.00 uçağına bineceğiz. Öğlene kadar bir tur daha atmak istiyorum ama eşyamız çok.

Can Bilgiç'le otelde kalmayı teklif etti. Saat üç gibi oradan taksiye binip bizi Manhattan'dan alacaklar. Hiç ikiletmedim tabi, her iki tarafın da keyfine uygun harika bir plân :)

Aklımda Metropolitan Müzesi'nin bakamadığımız hediyelik eşya dükkânına bakmak ve Central Park 'ta Strawberry Hills'i görmek var. Bir de kütüphaneyi görür müyüm tekrar diyordum ama hediyelik eşya dükkânı da müze kadar çekici olunca ona yetişemedik :)


Bu sefer değişik yoldan gidince Flatiron binasını da görebilmiş oldum. Ütüye benzediği için ismi flat iron olmuş :)


Madison Meydanı'na da bir merhaba deyip müzeye gittik.



Müzede gördüğümüz yılanlı yüzüklerden buluruz umuduyla gitmiştik ama kitap alıp çıktık hediyelik eşya kısmından .

O arada biraz kendimizden geçmiş de olabiliriz.



Alış veriş tamam olduğuna göre artık geze geze bizimkilerle buluşma noktasına gidebiliriz.



En sevdiğimiz yerlerden birisi bu alan oldu :)


Durup biraz tadını çıkarttık. Fondaki müzikle öyle güzel geldi ki.










Oradan John Lennon'un vurulduğu binanın yakınındaki Strawberry Hills'e geçtik.





Buradan Central Park 'a veda edip beşinci ve altıncı caddelerden buluşma yerimize indik.



Buluşma noktamızın burası olması sizi şaşırtmamıştır eminim ki :)

İşte spordan sanata, denizaltıdan uzay gemisine, kavgadan barışa, feribottan köprüye, kütüphaneden su parkına her telden tatilimiz böylece sona erdi.

Okuyan herkese selâm olsun :)