Gecenin bir yarısı kalkıp Oscar törenini izlemek hep çok keyifli olmuştur benim için. Yalnız son yıllarda , bir ay öne alındığından beri sanırım, filmlerin çoğu tören öncesi vizyona girmiyor. İnsanın bir favorisi olmayınca tören de biraz daha manasız kalıyor sanki. Hayır, filmleri seyrettiğimde de beğendiklerime mi oscar veriliyordu, yok öyle birşey, her zaman politika, gönül alma, destek , geçen sene verilmeyene bir sene sonra manasız bir rolde ödül verme gibi yöntemlerle gider oscar ama filmi seyretmeyince insan "Hadi canım o değil öteki almalıydı" bile diyemiyor ki seyretmenin en keyifli yanı yok oluyor bu durumda. (Nokta, dur bir daha okuyayım şu cümleyi, başını kaçırdım yazarken. Zaten uyku başıma vurmuş, sallanıyorum resmen yazmaya uğraşırken. Siz sevgili okuyucularım için bakın nasıl özenle çalışıyorum valla:)
Yalnız bir şey eklemeliyim ki tören keyifli geçti bu sene. Hele şu dansçıların gölge dansları çok hoştu.
Neyse bu üstün değerlendirmelerimden sonra kırmızı halıya gelirsek; en çok aşağıdaki hatunların kıyafetlerini beğendim. (Baktım da o kadar kıyafet içinde bula bula bu kadar bulabilmişim. Yok kıskanmadım ama :)
Erkekler mi? Onlar hep aynı şeyi giymiyorlar mı zaten?
Not: Kimlerin oscar aldığını da bakıp gazetelerden öğrenin bi zahmet, konumuzla ne alâkası var şimdi :)
Eve ilk taşındığımızda eylül ayındaydık ve kapının yanındaki çalı hiç de hoşuma gitmemişti. Neyse ki onu oradan alacak vaktim hiç olmadı. Derken bahar geldi ve sarının en güzel açtı yanı başımda. O kadar canlı, parlak ışıl ışıllar ki gördüğümde gülümsemeden duramıyorum.
Bahar geldi buralara. Gerçi Mart ayında hava soğur yeniden ama kimin umrunda, havada çiçek kokuları var ya...
"Sizler, kendinizi kanat uçlarınızdan tırnak uçlarınıza değin düşüncelerinizin sınırlandırdığı bir beden olarak görüyorsunuz" dedi. Oysa düşüncelerinize vurulan zinciri koparın, o zaman bedeninizin de özgürlüğe kavuştuğunu göreceksiniz. R.Bach- Martı
Sahiden de her jüride astlık üstlük durumu var. Daha ilk aşamada, isimler gazino kadrosu mantığıyla belirleniyor. Assolist, solist altı, uvertür... Tek fark, gazinolarda herkes yerine razıdır, burada savaş sürüyor. Bakmışsınız yarışmanın sonunda uvertür, assolist olmuş.
Yarışmalar, yola çıkıldığı üzere bir star yaratıyor neticede; lakin yarışmacıların değil jüri üyelerinin arasından.
Ödül ne diye sorarsanız...
Jürilerin vazgeçilmezi olmak.
Her jüri üyeliği, bir sonrakinin "giriş sınavı" niteliğinde oluyor adeta.
Sonunda bir nevi Türkiye'nin "kadrolu jüri üyesi" olunuyor.
Yarın bakmışsınız meslek hanesine "jüri üyesi" yazılmaya başlanmış.
Yarışmacılar mı?
Ha, birileri çıkıp şarkı söylüyorlar, kayıyorlar falan ama önemli değil.
İllaki jüri!
Ne giydiler...
Ne taktılar...
Yarışmacıların arasında kaç "leş"leri var."
Pakize Suda'nın bu yazısı çok hoşuma gitti, paylaşayım dedim. Gerçekten de yarışmacıları bilen yok neredeyse, jürilerden onlara sıra gelmiyor pek :)
Bugün yaşasın cumaa.. Işıl ışıl bir güne açılsın sabahınız.
Ben pek pırıl pırıl olacağım orası kesin. Temizlikçi gelene kadar evi temizlemeliyim :) He canım, tam gün dayanamıyorlar bana, yarım günde kaçırıyorum. Onun için öğleyin gelecek. Ben de kadına ayıp olmasın diye temizledikçe temizliyorum sabahtan beri, geldiğinde oturup laflarız artık.
Bu arada sırf siz rahat yorum yazın diye şu word bilmemneysini kaldırdım ama spam yorumlar beni deli ediyor. Gelen günaydınlara göre yeniden koyup koymamaya karar vereceğim. (Tehdit :)
Şimdi ben işime geri dönüyorken size de bomba gibi bir şarkı bırakıyorum. Enerji isteyenler sesi açsınlar biraz.
I tried to make you happy You know I tried so hard to be What you hoped that I would be I gave you what wanted God couldnt give you what you need You wanted more from me Than I could ever be You wanted heart and soul But you didnt know, baby
Wild, wild is the wind That takes me away from you Cold is the night without your love To see me through Wild, wild is the wind That blows through my heart
Wild is the wind, Wild is the wind You got to understand, baby Wild is the wind
You need someone to hold you Somebody to be there night and day Someone to kiss your fears away I just went on pretending Too weak, too proud, too tough to say I couldnt be the one To make your dreams come true Thats why I had to run Though I needed you, baby
Çocuk parkında bir bankta otururken zaman durur bazen. Gözlerin çocuklarda, güneş yüzünde, rüzgâr saçlarında. Sessizce onları izlersin. Dakikalar durur onları izler. Cıvıltılar birbirine karışır. Dünyanın en önemli işi kumdan bir kale yapmaktır- başka yaptığımız ne ki bu hayatta zaten-. Merdivenlerden tırmanıp inmek külfet değil bir eğlence.
Çocuk parkında bir bankta otururken zaman durur bazen. Tüm karmaşa durur. Havada bir koku dolanır, taa çocukluğundan gelir seni sarar. Çünkü herşey değişir, oynayan çocuklar hiç değişmez , onlar hep aynı kalır dünyada. Salıncakta sallanan sen olursun o anda.
SAAT 21:00 SEANSI DİYE GİTTİĞİM BİR FİLMDE YARIM SAAT REKLÂM SEYRETMEMELİYİM. BİLETE O KADAR PARA VERDİKTEN SONRA BİR DE TV REKLÂMLARI SEYRETMEK BENİ SİNİR EDİYOR. SİNEMA SALONLARINI PROTESTO EDİYORUM.
Sırtımda içinde çocuklarının kıyafetlerinin olduğu kocaman bir çanta. Omzumda ayrıca kendi çantam. Ve elimde, palto, şapka, atkı, eldivenleri koyduğum devasa bir naylon torba. E hadi , kolaysa alış veriş yap şimdi.
Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla buluşuyorum bir bir. Ve tembellik yapıyorum. Dinlenmek böyle birşey olmalı. Biraz da biriktirilebilse keşke.
Dün sabah kardeşim "Abla ben bir blog açmaya karar verdim " dedi. "Hayırdır?" dedim. Meğer blog açarsa eğer, yorumlarda sohbeti koyulaştırırmışız, böylece Aylin yerine onunla buluşurmuşum :)
Kadıköy Haldun Taner Sahnesinin önünde çok rommantik bir buluşma ayarlamıştık Aylin'le. Korktuğumuzun aksine kar fırtına falan da olmadı bu sefer. Onu Mosquito Cafe'ye götürdüm. (Vakti zamanında gidip saatlerce oturup yazılar yazdığım güzel bir yerdi. Hâlâ duruyor olması beni çok mutlu ediyor. Dur reklâmını da yapayım. Şuradan bir bakabilirsiniz.) Götürdüm de ne oldu. İki muhabbet ederiz diyordum, beni dinledi mi yok... "Ama Aylincim lütfen ben de azıcık konuşabilir miyim" diyorum, nerdeee... Zaten sesim kısık, gülemiyorum bile doğrudüzgün. Ha ha ha, yerine ıh ıh ıh şeklinde sesler çıkartabiliyorum ancak. Zavallı ben... Oysa ne kadar merak uyandırıcı bir hayatım vardı anlatacak. (Bana bak Can, en kısa sürede Maldivler, İsviçre, Mısır falan beni gezdireceksin haberin olsun, sonra dönüşte de buraya gelicez, ben Aylin'le buluşup hepsini uzun uzun anlatıcam.)
Ama yine de, şehrin taaaa uzak bir ucundan üşenmeden gelip benimle buluştuğu için kendisine teşekkürü bir borç biliyorum. (Ama gelmeseydi sorardım ben ona:)
İşte böyle keyifli bir akşamın ardından kardeşimle buluşup sinemaya gittik. Uzunnn bir süredir sağda gidilecek filmlerin arasında duran "Deja Vu" yu nihayet izleyebildim. Keyifle seyredilen bir filmdi. Ama (sanırım bu zamandan sonra konusunu bilmeyen kalmamıştır, rahat rahat söyleyebilirim) zamanda yolculuk olan bütün filmlerdeki gibi mantık hatası vardı. Kırılma noktası ne zaman oldu? Herşey eskisi gibi devam ederken ne zaman yol değiştirdiler, orası belli değildi. Film çıkışında eve dönerken, zamanda yolculuk filmleri içinde en iyisinin "Geleceğe Dönüş" serisinin olduğuna karar verdik Kürşad'la. Hem çok keyifliydi, hem de mantıklı.
Uzun yazma konusunda gerçekten de rekorumu kırdım. Şimdi gidip, inatla yeni sürüme geçirdikleri bloğumun bozulan alanlarını düzeltmeye çalışacağım. Ama önce yerde boğuşan oğlanları ayırmam gerek sanırım.
Herkese güzel, cıvıl cıvıl, keyifli bir hafta diliyorum.