Kitap Salı

Nisan 06, 2021

Geçen hafta bitirdiğim kitap olmadığından bir şey yazmamıştım. Hehe, aslında bugün çarşamba olduğuna göre dünden bahsediyorum. Elimdeki kitap biter bitmez yazayım dedim ,  unutuyorum sonra. Bu hafta günlük gibi tutayım burada bakalım kaç kitap bitireceğim.


Rahip Müre'nin Günahı'nı bitirdim nihayet. Emilé Zola'nın kitaplarını seviyorum ama tasvir tasvir tasvir. Kitap yazmak yerine resim yapsaymış keşke diye söylenirken buldum kendimi bir ara.  Üç yüz sayfalık kitap elli sayfa olmadan biterdi emin olun. 

Hayır, tasvirin tadını çıkartayım diyorum, hikâyenin nerede kaldığını unutuyorum. 

Bereketsiz topraklarda kurulmuş, fakir ve sakinlerinin dinle pek de içli dışlı olmadığı kasabanın rahibinin hikâyesi. Dantel gibi işlenmiş bir hikâye. Rahibin hisleri, kasabalılar, kasaba dışında yaşayan filozof, onun yanında kalan Albine, rahibin hayvanlara çok düşkün çocuk masumluğunda kız kardeşi, doktor amcası, yardımcısı. 

Ve aşk. 

Kiliseye ettiği yemin ile aşkı arasında kalan Rahip Mouret'nin günahı bu aşk mı yoksa aşka sırtını dönmek miydi diye düşündüm. 

"O şu anda bu güneşin ortasında,  bu saf ışık deryası ortasında dünyaya geliyordu. Yirmi beş yaşında, hisleri birdenbire açılarak  engin sema karşısında hayran, her şeye şaşmış bir halde dünyaya geliyordu." 

Bu kitaptan sonra Deniz Feneri'ni bitirdim ama onu yazının en sonuna atacağım, çok fazla alıntı yazdım, aralarda kaybolmasını istemiyorum. 

Şu an cumartesi akşamı ve yeni kitabıma başlıyorum. Bakalım salı gününe kadar bitecek mi?


Sırlar Şehri. İzlanda'lı hiç bilmediğim bir yazarın Arnaldur Indridason 'un kitabı. Umarım beni sarar. 

Gecenin ikisi, kitap bitti bile. Polisiye bir kitaptı, ağır kitapların üzerine çıtır çerez gibi iyi geldi. Sanırım başka kitap bitiremem ama salıya da daha iki gün var. 

Şimdi O Laf Hemingway'in Değil 'e başlıyorum. Bir yandan da Dublinliler'e başladım. İkisi de bitmedi tabii ki, ben şimdi bu ılık salı günü,  iki lahmacunu götürmüş balkonda bir yandan geviş getirip bir yandan kitabıma bakarken siz de yazının devamını okuyun :)


Ve son olarak Deniz Feneri.  Cumartesi sabahı herkesler uyurken berrak bir zihinle bitirmeye çalıştım ama olmadı. Kahvaltı sofrasını olduğu yerde bırakıp okumaya devam ediyorum şimdi.

Bir Virginia Woolf kitabı sakin kafayla, koşuşturan kelimelerine ayağımız takılmasın diye ağır ağır okunmalıdır :) Ve elden pek bırakılmadan başlanıp bitirilmelidir, ritmi kaçırınca tekrar tutturması zaman alabiliyor. 

Bu kitaptan bol bol alıntılar gelecek. Aslında, hepsini bir arada yazarsam cümleler kaybolacak gibime geliyor ama burada derli toplu dursunlar. Kitabı okurken bile bu hisse kapılıyorum. Her cümle beni bir daha oku, beni düşün, benimle ilgilen diyor sanki..

Elleri kocaman karnının üstünde kavuştu, gözleri ışıldadı, sanki bu tatlı sözlere nezaketle karşılık vermek istiyordu ama sözcüklere gerek kalmadan, tüm evi, tüm dünyayı, dünyayı dolduran tüm insanları,  her şeyi geniş bir dostluk havasıyla kuşatıp içine alan yeşil bir uyuşukluğa gömülüp kaldığından bir türlü ağzını açamıyordu.
Bir insan başka insan hakkında nasıl yargıya varıyor, nasıl fikir yürütüyordu?  Şundan bundan tutturarak nasıl hoşlanıyorum ya da hoşlanmıyorum gibi bir sonuç çıkarıyordu? Hem, sanki, bu sözcükler de ne demekti? 

Bir kadın olduğu için doğal olarak,  hepsi de bütün gün sabahtan akşama dek kâh bu iş kâh şu iş için ona danışmaya gelirlerdi ; biri bunu isterdi,  öbürü şunu ; çocukları artık büyüyorlardı ; çoğu kez kendini, insanların heyecanlarına daldırılıp çıkarılmış bir süngere benzetirdi, buydu o. 

Gerçekten de bir dağ tepesinden aşağı, çağların sonsuz bozkırlarına şöyle bir bakarsanız, bu iki bin yılın değeri ne olurdu ki?  Ayakkabınızın ucuyla vurup fırlattığınız taş parçası bile Shakespeare'den çok yaşayacak.

Bu dünyanın sürüp gitmesi için tüm insanların saklamak zorunda olduklarına inandığı bir giz.

Herkes ayrı ayrı, tek başına oturuyordu. Bütün bu kaynaştırma, birleştirme ve yaratma işi ona düşüyordu. Düşmanca duygulara kapılmadan yine şu gerçeğe vardı,  erkekler kısırdı, bunu kendisi yapmazsa kimsenin yapacağı yoktu.

Mrs Ramsay'in yorgunluğu biraz da böyle,  insanlara acımaktan geliyordu,  sanki içindeki yaşam, yeniden yaşamak kararı bu acıma duygusuyla güçlenmişti.

İşin doğrusu aile yaşantısından hoşlanmıyordu. İşte insan böyle şeyler duyumsadığı anlarda,  ne için yaşıyorum?  diye kendi kendine soruyordu. Salt insan soyu sürsün diye,  niçin bu kadar sıkıntıya katlanıyorum?  diyordu. Bu, o denli istenecek bir şey miydi?  Biz insanlar pek mi alımlı bir türdük?  Şu dökük saçık erkek çocuklarına bakarak,  pek o kadar da değiliz, diye düşündü. Tüm bunlar saçma sorulardı, anlamsız sorulardı, insanın bir uğraşı olunca hiç akla bile gelmeyen sorulardı. İnsan yaşamı bu mudur?  İnsan yaşamı şu mudur?  İnsanın bunları düşünecek vakti olmazdı.

Hissederlerdi ki sevgiden daha sıkıcı,  daha çocukça, daha acımasız bir şey yoktur ; ama yine de güzeldir ve onsuz olmaz. Öyleyse? 

Bu yirmi yıl önce belki de sahnede neşe ile söylenmiş, herkesin mırıldanarak ayak uydurup dans ettiği bir hava idi, ama şimdi dişi kalmamış, başı boneli, boş evlere bekçilik eden kadının ağzında, tüm anlamını yitiriyor, sanki budalalığın, gülünçlüğün, bir direnmenin, ayaklar altında ezilip ezilip de yeniden başkaldıran inatçı bir direncin sesi gibi geliyordu; orayı burayı süpürerek oradan oraya yuvarlandıkça, sanki bu yaşamın bitmez tükenmez bir acı ve dertten,  sabahleyin kalkıp,  akşam yatmaktan, onu bunu yerinden alıp yeniden yerine koymaktan başka br şey olmadığını söylüyordu. 

Dalgın dalgın bir önündeki resme,  bir karşıya bakarak dinlenirken,  insan ruhunun göklerini durmadan arşınlayan o eski soru, Lily'nin özelikle yorulan zihin yeteneklerini böyle salıverdiği anlarda olanak bulup ortaya çıkan o yaygın, o genel soru yine bir bulut gibi üzerine geldi, öylece üzerinde durdu, karardıkça karardı. Yaşamın anlamı nedir?  İşte bu kadarcıktı - basit bir soru. İnsan yaşlandıkça zihnini büsbütün uğraştıran bir soru. Göklerden beklenen o yüce açıklama belki de hiç gelmiyordu. Onun yerine ufak tefek günlük tansıklar, aydınlatmalar, umulmadık bir anda karanlıkta çakılan kibritler vardı...

Güzelliğin de şu derdi vardı- göz önünde çok kolaylıkla canlanıyor, hiç eksiksiz canlanıyordu. Yaşamı durduruyor - donduruyordu, insan o küçük yürek çırpıntılarını unutuyordu ; kızarıp bozarmaları, sararmaları, yüzün aldığı o garip biçimleri, bir ışığı, ya da bir gölgeyi, bir an için yüzü tanınmaz yapan ama artık ondan sonra her görüşte insanın gözünün önüne gelen ve o yüze yeni bir anlam veren tüm bu şeyleri unutuyordu.

Yok yok diye düşündü. İnsan kimseye bir şey söyleyemezdi. Ânın baskısı, telaşı insana her zaman hedefini şaşırtıyordu. Sözcükler telaş ve heyecanla yanlara kaçıyor, istanilen hedefe ulaşmıyordu. Sonra da insan bu işten vazgeçiyordu ; o düşünce gerisin geri insanın içine gömülüyordu ; o zaman insan tıpkı birçok yaşlı kimseler gibi sakıngan oluyor, kaçamak davranıyor, kaşları arasında çizgiler beliriyor, hep bir kaygı içinde görünüyordu. Çünkü insan, bedenin bu heyecanlarını,  sözcüklerle nasıl anlatabilirdi?  Aradaki boşluğu nasıl anlatabilirdi? 

Bu haftalık, günlük gibi yazdığım kitap salı da burada bitti. Bakalım haftaya neler okumuş olacağım.

Benzer yazılarım

20 Yorum yap

  1. Verimli bir hafta olmuş okuma açısından. Aferin sana. Darısı başıma :(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Senin işin gücün var şimdi, bitirince başlarsın :)

      Sil
  2. Ben kitap okurken hiç dayanamıyorum o tasvirlere. Utanarak itiraf edeyim atlıyorum o satırları, asıl mevzuya geçiyorum. Hatta bir de mesela "ağaç" deyince benim kafamda zaten canlanıyor bir şey, sen kalkıp niye sayfalarca anlatıyorsun ki diye de kızıyorum yazara içimden :))))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerçekten de onca tasvire rağmen ben hâlâ kendi hayalime göre canlandırıyor oluyorum aklımda, detaylara hiç gerek yok :)

      Sil
  3. Tasvirler uzun olunca gerçekten insan başta ne okuduğunu unutuyor, ama kalemi kuvvetli yazarlar bazen çok tasvir yapıyor bu da kabul :) Çok verimli geçmiş okuma anlamında aslında ne güzel :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Emilé Zola tam bir tasvirci, çok da güzel tasvir yapıyor ama e hayal gücüme de bırakabilirsin azıcık moduna sokuyor bazen :D

      Sil
  4. Verimli bir hafta olmuş Handan.
    Bazen tasvirlerin çokluğu bunaltıyor insanı, neye odaklanacağımı şaşırıyorum o zaman ben

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Öyle oluyor Şebo, bazen ikinci kere kitabı okuduğumda odaklanıyorum tasvirlere :)

      Sil
  5. Emile Zola okumak beni bazen yormuyor değil. ÖZellikle yaşadığı toplumun sorunlarını ayrıntılı şekilde dile getirişi, muazzam bir hafta geçirmişssiniz sizi tebrik ederim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Neyse ki harika bir dili var da insan okuyor, bir de kötü yazsaydı :) Tabi o zaman Emilé Zola olmazdı :D

      Sil
  6. Ânın baskısı, telaşı insana her zaman hedefini şaşırtıyordu. 😔 Aah ahh, bilirim o "an" ları

    YanıtlaSil
  7. Emile Amca ile aynı gün doğmuşuz, o açıdan yeri bende ayrıdır ama Balzac ile birlikte yaptıkları tasvirler beni de çok yoruyor 😀

    YanıtlaSil
  8. Betimleme seviyorum ama bazı kitaplarda sırf betimleme akışa odaklanma konusunda zorluyor:)
    Dublinliler’i sevmiştim, keyifli okumaların olsun:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bazen ilk okuyuşumda betimlemeleri atlayıp zıplıyorum Bahar, ikinci okuyuşumda, olaylara merakım bitince ayrıntılara bakıyorum :)

      Sil
  9. Virginia Woolf un bu kitabını okumadım not alayım 😊

    YanıtlaSil
  10. Virginia Woolf'un setini almıştım ama içlerinden sadece Kendine Ait Bir Oda'yı okudum. Dediğin gibi sakin kafayla ve fazla uzatmadan okumak gerekiyor. İki şartı da bu aralar sağlayamadığım için bir süre daha bekleyecekler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çılgın bir düşünce fırtınası içinde geçiyor kitapları dingin zihinle sakin sakin okumak gerekiyor.

      Sil