Saati yediye kurup yattım, spora çıkmadan önce mutfağımı toparlarım diye düşünüyordum. Zira evde geçireceğim gün diye plânladığım dünde bir arkadaşımla Kadıköy'de buluşup, diğerinin sünnet olan oğluşlarının duasına gittim. O arada evden çıkarken günlük güneşlik olan hava bardaktan boşanrcasına yağmaya başladı, taksi tutma hayallerim sulara gömüldü, bütün suyu çeken paltomla üç vasıta değiştirip bir sürü de yürüdüm. Gece keh küh öksürüp durdum sonuçta.
Yarın Bilgiç'in arkadaşları gelecek. Öncesinde macn cheese yapacaklarmış. Cumartesi evi temizlemem lâzım, pazar sabahı kahvaltıya misafirim var.
Bu bilgiler ışığında biyonik kadın olmadığıma karar verdim. Yürüyüşü de pilatesi de iptal ettim. Evde durup işlerimi halletmeyi hayal ediyorum. Gün ışıyana kadar da kalkmayacağım :)
Çok pek sportif, baş kaldıran, arkadaş canlısı, süpürge torbası, yürüyüş delisi, otlakçı bir gün bugün.
Pilates hocamız tatilden döndü, yerine bakan hanım hanımcık arkadaşı bizi tatlı tatlı yorarken cadımız iki günde yere serdi yine :D 2020 olimpiyatlarına hazırlıyor bizi hatun.
Sabah squatlı mukuatlı kardiyo pilates dediği bol miktar bacak ve kalça çalışıran dersin ardından kırk dakika yürüdüm. Niye? Yürümezsen bir hafta Sürahi Hanım'a bağlıyorsun. Gerçi benim yürüme işi bugün sapıttığından yine bağlayabilirim :)
Eve döndüm hazırlanıp dışarı attım kendimi. Kanal İstanbul 'a karşı dilekçe vermenin son günüymüş, gitsem de versem falan diye düşünürken, dün bir arkadaşım bugün için imza verme broşürü yollamış, e ben de gitmek istiyordum hadi gidelim o zaman diyerek üç arkadaş buluştuk.
Buluştuk da haritalarda Sabancı Lisesi'nin yanında gözüken Çevre Müdürlüğü orada yok, üzerine de kapısına Altunizade'ye taşındık yazmışlar. Nasıl ya, ben ordan buraya boşuna mı geldim? Neyse ki şans eseri minibüste imza için giden bir çift gören Pınar onların peşine takılmış. Meğer yeri darphanenin karşısıymış. Peki Altunizade'ye taşındık yazısı neydi o kısmını bilememekteyim.
Neyse dilekçemizi verdik. Oradan Beşiktaş'a geri yürüdüm. Vapurla Kadıköy'e geçtim. Hava mis, açıkta oturup keyif yaptım. Biraz kitap okuyayım dedim ama tabii ki denizi izlemek ağır bastı.
Kadıköy'de gözüğümü alacaktım. Sonra aklıma bitmiş süpürge torbam geldi. Gidip onu da alayım dedim. Yollarda ağır ağır ilerlerken Kadriye'nin işyerinin önünde geçtiğimi fark ettim. (Bizim Mai işte, nostalji yazısını okuduğumuz) Telefon ettim, çayın varsa geliyorum dedim. Hem çayımı hem kahvemi sımsıcak sohbet eşliğinde içtim. Bir de kitap kaptım ondan.
Ballı mıyım neyim :) Bakalım kime kısmet olacak diye alıp koymuş. Eh bloglarda bile kendim gibi çılgın olanları buluyorum ben :)
Sohbete dalmışım ki baktım gözlükçü kapanacak mecburen yola koyuldum.
O sırada Aynur telefon etti. Yiyecek birşeyler alıp anneme geçeceklermiş, gelir misiniz dedi.
Bu gün benim akıntıya kapılma günüm belli ki. Kısmetlerimi toplaya toplaya dolaşıyorum. (Öğlen yemeğimi de Birsen ısmarladıydı :)
Kadıköy'den eve kırk dakila daha yürüdüm. (Kaç bin adım attım bugün bilmiyorum valla) Oturup dinlendim.
Şimdi yeniden dışarı çıkacağım akşam yemeğim için. Açlıktan da öldüm ha. Bi kilo vermiş miyimdir acaba.
Onu hiç sanmam da, güzel insanlarla bezeli bu güzel günden aldıklarıma çok memnunum :)
Koca hafta tenis maçı ve buzpateni izleyerek geçince. Üzerine bir de gezme tozmaları ve misafir ağırlamamı sayarsak, bir kitabı bitirmiş olmam bile mucize bence :)
"-Allah'ın varlığına inanmasam, O'na seslenmezdim!
- Bu üslupla mı? diye alay etti kadı.
- Dolaylı üsluplara sultanlarla ve kadılarla konuşurken başvurmak gerekir. Rab'le konuşurken değil. Allah büyüktür, bizim o küçük pozlarımız ve laf cambazlıklarımızla işi olmaz O'nun. Beni düşündüren O'dur, o halde ben de düşünüyorum ve düşüncemin ürününü hiç gizlemeye çalışmadan sunuyorum O'na."
"Sevmeyi bilmiyorsan şayet, neye yarar güneşin doğması ve batması?"
Dün aklıma sevgili Mai'nin gözlerimin dolmasına neden olan yazılarından biri geldi. Gidip yeniden okuyayım dedim kendi kendime. Sonra, niye kendi bloğumda bahsetmiyorum ki ondan dedim. Buradan da komşulara misafirlik nostaljisi fikrim çıktı.
İlk konuk olduğum blog tabii ki Mai. Eğer hâlâ bu blog ile tanışmadıysanız gidip bakmalısınız. Son zamanlarda eskisi kadar yazmıyor, eski yazılarına dalıp yüreğinize dokunan gerçek öykülerini okumayı unutmayın sakın. Ben bu yazıyı ararken her gördüğüm yazıyı okumuş olabilirim yeniden :)
2014 Eylül'den bu yazı,
"Siz Hiç Öldünüz mü?
Hiç unutmam fena halde öldüydüm bi keresinde.
O zamanda kaldı insana kinim öfkem...hatta zamanla zaman anlamını yitirdi.En vazgeçilmezlerin denizlerin dalgasında bir köpük kadar değer taşıdığını öğrendim.Susmak, kelimelerin taşıyamadığı anlamlarla zengindi..bildim."
Yazının devamı için şuraya tıklayınız. Hayatta bizi saran incecik iplikleri, kem gözleri, iyiliğin güzelliğini ve mucizeleri görmek için biraz daha açılsın gözlerimiz.
E hadi, ne duruyorsunuz, sizi oraya alalım da okuyun devamını.
Üç gündür evde ya tenis maçı izliyoruz ya buz pateni. (Tamam arada voleybol maçı da izlemiş olabiliriz :)
Bu akşam buz pateni şampiyonasının gala programını izlerken Avusturyalı kadın patenci kaymaya başladı. Ev sahibi ülke Avusturya.
Can bu Avusturyalıların kaş yapısı böyle ince yay gibi dedi. İyi de bu kız Ukraynalı, sadece onlar adına yarışıyor, hem nereden çıkarttın ki kaşlarını şimdi dedim. Az önce beş on kadın toplu geçiş yapmışlar gösteri topluluğundan hepsinin kaşı öyleymiş.
Hahaha. İlâhi Can :)
Avusturyalıların genetiğini bilmem ama ihtimal o bu senenin kaş modelidir dedim. (Tabi kesin bişi de diyemiyorum, takdir edersiniz ki elbise modasını bilmeyen kaş modasının bu sene ne olduğunu hiç bilmez :D)
Adamcağız kaşın da modası mı olurmuş diyerek öyle kaldı :)
Neyse aferim ona öyle kaşlarına felan bakmış kızların, bu Avusturyalıların da bacakları cillop gibi deseydi görerdi gününü :D
Kadıköy'deki etkinliklere bakarken Tarih, Edebiyat ve Sanat Kütüphane'sinde Bugün Shakespeare Çevirmek ve Oynamak adlı söyleşiyi gördüm. Malum, Çeviribilim okuyan bir oğlum var ve aynı zamanda Shakespeare sever kendisi. Ben söyleşilerden pek fazla hoşlanmam ve Shakespeare'in de hiçbir eserini okumamışımdır ama sen git desem gitmez şimdi, birlikte gidelim dedim :)
Öncesinde gidip yemek üzerine de çay keyfi yaptık tabi :)
Sonrasında söyleşi.
İzleyicilerin abuk sorularına sinirlenip iki cümleyi bir araya getiremeyip ne sorduğu bile anlaşılmayanlara daralmamı saymazsam konuşmacılar tatlıydılar.
Ben televizyonda da izleyemem tartışma, sohbet falan. Soru sormaktan çok bak ben de bir sürü şey biliyorum demeye çalışan sunucular, seyirciler bayar beni.
Neyse bu akşam Shakespeare'in aslında tiyatro oyunlarının hiçbirisini tiyatro eseri gibi yazmayıp bunların sonradan kitaplaştırılmaya çalışıldığını, bizim nesilin kafasındaki acayip ağdalı ağır Shakespeare 'in aslında bol küfürlü, esprili, hiç de sıkıcı olmadığını ama çevirilere böyle yansıtılmadığını, zaten sadece oyuncuların repliklerinden oluşan yazıların tamamlanıp yazılı tiyatro eserine çevrilmesinin gerçekten de zor ve yorum gerektiğini öğrendim .
İki saate yakın söyleşi bittiğinde kütüphanenin odalarına girmeden koridorunda şöyle bir tur attık.
Günün en komik enstantanesi, "Yani Shakespeare küfürlü mü yazmış, nasıl olur, ben onun o nazik dilini seviyordum, şimdi yıkıldım" diyen teyzeydi (Hahah, kadın benimle yaşıttır Allah bilir ama napalım, ben de teyzeyim :D)
İşte böyle bir akşam geçirdik Metos'la. Her aktivite herkese göre değildir nitekim, diğer fertleri çağırmadık bile.
Zaten bugün okula gitmeyen Bilgiç'e zıtım, bir müddet yüzüne bakmayı düşünmüyorum. Ağzını açıp papuç diliyle bi ton lâf yetiştiriyor, sonra anne diyip anlatmak istediklerini dinlemem için yanıma geliyor. Oldu canım. Senelerdir idare etmekten yüreğim tükendi,biraz ağırdan alacağım artık.
İşte böyle.
Akşam buz pateni izlerken gece yarısı olmuş, yarın sabah spora gitmek için uyanamayacağım bu gidişle.
Şubat tatilleri bizim çocuklarla uzun bir plânlama yapıp keyifle uyguladığımız zamanlardı.
Hatta blogda ne çok aktivite bulup da yazardım. Müzelerde, alış veriş merkezlerinde bir çok aktivite olurdu.
Tabi bizimkiler çocuk değiller artık. On beş gün boyunca bilgisayarın başında oturmuş vaziyette durup hiç bana bulaşmadan vakit geçirebilirler.
Ama rahat bana batar. Birlikte yapacak bir şeyler arayıp duruyorum o yüzden.
Daha Bilgiç tatile girmedi aslında. Pazar günü bitiyor kursları ama öğleden sonraları boş.
Cumartesi günü kurs çıkışı sinemada buluştuk onunla. Erkeklerle yapılacak plânların en önemli ve cezbedici maddesi yemek maddesidir. Yemeksiz zor toparlarsınız onları. Önce yemek yedik.
Bir animasyon film buldum ( söylemiştim zaten size. Harika şarkısını dinleyip duruyorum hâlâ) ona gittik. Festival filmi bol düşündürücü bu filmi ikisi de sevdiler.
Pazar günü Metos arkadaşlarıyla buluşmaya gitti. Bilgiç de kurstaki arkadaşlarıyla dolaştı biraz.
Pazartesi Bilgiç arkadaşlarıyla bize geldi. Parkta nerf silahlarıyla oynayacaklardı. Beş delikanlı onlara keyifli menü hazırladım, yediler içtiler, keyifle dışarı çıktılar ama ne yazık ki sonrası pek keyifli olmadı.
Bizim sitenin içinde dört beş sokak köpeği, sitemizin yanındaki parkta yirmi otuz sokak köpeği var. (İçerilere doğru daha da çok) Çocuklar daha siteden çıkamadan içeridekilerden bir sümsük dışardakilerle havlaşırken bizimkilerden birisinin baldırına geçirmiş arkadan gelip hiçbiri görmeden.
Sonrası,hastane, kuduz aşısı, keyifsizlik. Hayır Bilgiç'i ısırsa o kadar umursamayacağım, emanet çocuk.
Neyse, hastane dönüşü yaralımız evine döndü, diğerlerine gelip evde birşeyler yapın, kafanız dağılsın dedim. Akşam sekize kadar salona taşıdıkları bilgisayarlarla oynadılar.
Bilgehan da Metehan da o kadar arkadaşsız geçirdiler ki ortaokul yıllarını, evdeki delikanlılar beni çok mutlu ediyor. Lisede çok güzel arkadaşlıklar edinebildiler çok şükür. Pırıl pırıl gençlere baktıkça içim açılıyor.
Bugün şehir tiyatrolarından bir oyuna gidelim demiştim. Kapıdan bilet alırız diye plânladık. Hep öyle yaparım zaten, biletler satışa çıkar çıkmaz bittiklerinden :) Hep de bulmuşumdur.
Bakmayın yukarıdaki mutlu tabloya, ne savaşlar verdim ben onun için. Sağdaki küçük bey her zamanki gibi araz çıkarttı. Karşılıklı söylenmeler sonucu gırtlak gırtlağa geldik.
Niye her defasında bu kadar uğraşıyorum bilmem. Bıraksam evde uyuklayıp depresif takılacaktı. Gelsin, açılsın, mutlu olur diye düşündüm. Zor dengeler bunlar. Neyse en sonunda abuk konuştuğu şeyleri kendi de fark etti de uzlaştık. (Geçen gün onu sinemaya götürmüştüm ya, o sevmiyormuş bile film izlemeyi. E sen bayıldın filme dedim. Evet dedi ama konu o değilmiş. E yani şimdi bana gidip çok sevdiğin filme neden götürdüm seni diye mi kızıyorsun yani dedim. Gülüyor. Hayır zorla da götürmedim bu arada ha.)
Neyse, şansımıza çok güzel yer bulduk. Tiyatrodaki yegâne ayaklarını koyacak yer olan sıra şansımıza boşalmış,kapı önünde beklemeden direk biletlerimize kavuştuk.
Oyuna kadar karne hediyelerini aldım onlara. Yani Burger King'de en büyük boy menü :) Gerçi Mc Donald's a gittik ama neyse :D
Sahne dekoru çok hoş olan oyunu hepimiz sevdik . İnsanlara dağıtılan bedava yemeklerle herşeyi unutmaları sağlanarak tarihi yeniden yazan yeni dünyada eski kayıtlar itinayla yok ediliyor. Bir avuç insan işaretli sayfaları toplayarak tarihin yok olmasını engellemeye çalışıyorlar.
Ne yazık ki pek de distopik gelemedi bu konu bize. Pek de uzak hissetmiyorum o dünyadan kendimizi. Kâh güldük kâh hüzünlendik.
Yarın da Metos'la kütüphanedeki bir söyleşiye katılmayı düşünüyoruz. Tam onun konusuyla ilgili bir şey. Hoşuna gidebilir diye düşündüm.
Bakalım haftaya neler bulup yapacağız. Mutfakta yeni bir şey deneriz her sene, bu sene ne olacağına karar veremedik henüz.
Bu hafta bir kitap bitirebilmişim sadece. İkinciye başladım ama çamaşırdı, ütüydü, çanta boşaltmaydı derken daha devamı gelemedi :)
Zor okuduğum bir kitap oldu Tatar Çölü. Doğrusu içime sıkıntı bastı okurken. Aslında yaşamla ilgili pek çok şey çok güzel anlatılmış içinde, zamanın geçişi, hayatın manası, sıradanlıkların içinde bir şey olacak bekleyişi, yaşın ilerleyip ruhun aynı kalışı. Ama yine de ilk yarısını güçlükle ilerledim, yarıdan sonra daha rahat okudum. Belki de konunun ağırlığı sıktı beni, ondan daraldım, bilemiyorum. Ya da bu felsefede daha güzel kitaplar da okuduğumdandır :)
" Bunun nedeni Filimore'un bugüne değin çok uzun süre beklemiş olması ve belirli yaştan sonra umutlanmanın aşırı derecede çaba gerektirmesi yani insanın yirmi yaşında sahip olduğu inanca asla tekrar kavuşamamasıydı." "Bu, eski tahtaların içinde inatçı bir yaşam özleminin uyandığı dönemdi. Çok uzun zaman önce, onlar da sıcaklık ve gücün getirdiği çocuksu bir duyguya sahiptiler, o zamanlar dallardan tomurcuklar fışkırıyordu. Sonradan ağaç kesilivermişti. Şimdiyse, bahar geldiğinde o ağacın parçalarında hâlâ çok çok hafif bir yaşam ürpertisi uyanmaktaydı. Eskiden yaprakları ve çiçekleri varken şimdi yalnızca 'çatır' diyecek kadar belli belirsiz bir anıya sahipti, sonra her şey bir sonraki yıla kadar susacaktı." " Ya, aslında yanılıyorsa? Ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsa? " " Yine de zaman, gitgide daha hızlı bir şekilde akıp gidiyordu ; sessiz ritmi yaşamı parçalara ayırıyor, insan geriye bir göz atmak için bile duramıyordu. "Dur! Dur! diye bağırmak istiyor ama sonra bunun hiçbir yararı olmadığının farkına varıyordu. Her şey, insanlar, mevsimler, bulutlar, her şey kaçıp gidiyordu ; insanın taşlara, bir kayanın tepesine asılması da yararsızdı, yorulan parmaklar gevşiyor, kollar cansız bir biçimde düşüyor ve insan kendini bu çok yavaşlamış gibi görünen ama hiç durmayan ırmağa kapılmış buluyordu." "İnsanın tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu ; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti."
İkinci kitabım Semerkant. Bir dizide görülen kitap maddesine uyunca hemen elime aldığım bir kitap. Diziyi de izlemişliğim yok ama :D
Çok sevdiğim Ömer Hayyam'ın Titanik'le batan rubailerinin hikâyesi. Henüz başlarındayım ama çok akıcı. Sanki o
döneme ışınlanmışım gibi hissettim.
"Ben mahşer günü dehşetinden başka iman, secdeden başka namaz tanımayanlardan değilim. Ben nasıl mı namaz kılarım? Bir gülü seyrederim, yıldızları sayarım, yaratılışın güzelliği, onun düzenindeki kusursuzluk karşısında büyülenirim, Rabbim'in en güzel eseri olan insanın, onın bilgiye aç beyninin, aşka aç gönlünün, uyanmış veya tatmin edilmiş tüm duygularının karşısında hayranlığa kapılırım." "Zamanın iki yüzü var, dedi kendi kendine Hayyam, iki boyutu ; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular."
Başka bir şeyler ararken karşıma çıkan yazım bu haftaki ikinci nostaljimiz olsun.
Bu sefer yorumları da koydum, hatıralar yorumda kalmasın diye :)
Hatırlıyorum
Seni hatırlıyorum çılgın simitçi. Seni hatırlıyorum at arabasıyla dolaşan zerzevatçı amca. Seni hatırlıyorum omzundaki sopadan asılan tepsilerle dolaşan yoğurtçu. Seni hatırlıyorum içiçe geçmiş ölçü kapları ve güğümünle sütçü amca.
Seni hatırlatıyorum ilk defa kendi başıma bakkalına gittiğimde beni kucaklayan Mustafa Amca. Seni hatırlıyorum sevın ap yok ama yedi up var ister misin diyen Hüseyin Amca. Seni hatırlıyorum şimdi park olan toprak arazinin ortasında minicik bakkal dükkanıyla Ali Amca. Seni hatırlıyorum sabahları gazete ekmek aldığım, bisküvi kutuların, bakliyat çuvallarınla Yusuf Amca.
Seni hatırlıyorum elime para geçtikçe kitaplarında kendimi kaybettiğim mahallemizin yegâne kırtasiyesi. Seni hatırlıyorum annemin saçlarını kısacık kestireceğim diye götürdüğü Adil Kuaför. Ben ucundan azıcık kesilecek sanmıştım da meğer erkek traşıymış o :) Seni hatırlıyorum gençliğimde saçlarımı emanet ettiğim, aramızdan çok erken ayrılan Levent Ağabey.
Seni hatırlıyorum omzundaki çantasıyla mektuplarımızı taşıyan postacı amca. Gece sesinden küçükken korktuğum büyüdükçe sevdiğim bozacı amca. Düdük sesiyle güven duyduğum bekçi amca.
Seni hatırlıyorum beyaz saçların ve ciddi duruşunla Sevgi Öğretmenim. Seni hatırlıyorum defterime yaptığın çiçeklerle Naime Öğretmenim.
Hepinize günaydın.
Sabahın ilk saatlerinde arkanıza yaslanıp bu güzel şarkıyı dinlerken siz de hatırlayın...
Canım benin
Hepsine selam olsun
Sen böyle diyince her sabah vapura sana gelirken misss gibi kokularının önce caddenin başından burnuma geldiği inci pastanesinin pastacı amcasının ismini hatırlamadığımı ama her sabah o tatlı günaydınını hiç unutmadığımı fark ettim,
Hatta yıllar sonra tekrar sırf onun için bahariye caddesine çıkıp dükkandan içeri girdiğimde her ikimizin birbirimize dakikalarca bakıp gözlerimizden süzülen yaşları ......ve sessizce yaşadığımız özlemi
Yine sabah sabah duygusala bağladın beni ve iyiki varsın ki insan olduğumu hatırlattın
Seni seviyorum
(Not : pluton da dahil hepsine hala gıcığım )
Any :))
Ben zaten epeydir hatıralarımla yaşıyorum. Aynı söylediğin, tarif ettiğin gibi beni görünce "Hey çıktı Müjde!" diyen şimdi emekli olup kendini kedilere adayan Mehmet bakkalımızı. :) Çiçekçi'yi, delisiyle, çırpıcısıyla, Peter Makarnas'ıyla (kendine o ismi vermişti)ah be Handan. Uzay Yolu'nu, Kaptan Kirk, Mistır Spock, Uhura'lı o güzel günleri özlüyorum. :(
Kalemine sağlık...
Handaaann,sarılayım mı sana sıkıca,diner mi içindeki huzursuz devinim,belki sarılsam benimki diner birazcık...Sen bunları yazdın ama ben altında yazanları okudum.Bir daha gofret kutusuna uzanabilir mi bu eller,emzikli şekerin tadını alır mı ülkem yeniden?Handaan,sarılsam geçer mi????
Oldu mu şimdi? Neredeyse aylardır uzak kaldığım, arada iki defa şöylece uğrayıverdiğim evime daha bu sabah geldim. Hem de 11 saatlik bir otobüs yolculuğu sonunda.
Hadi hatırla bakalım şimdi!
Dur, önce Vidadiye Teyze. Ki, kendisi mahallenin Fahriye Ablası idi. Yani benim uzun saçlı, kısa akıllı zamanlarımda.
Ay sonra, Yıldırım Kırtasiye. Hem pul alırdık kendisinden, hem Jules Verneler hem de mevsimi geldiğinde uçurtma:) Defter, kalem, silgiyi saymıyorum bile.
Külahda leblebi tozu, açıkta satılan pembe gofretler, şemsiye çikolataları ve tarifsiz kokusu ile Tisko Bakkal.
Aman Handan, az daha yazarsam kopyalayıp blog sunumu yapıcam. E, tabii tevellüt eski olunca...
Hepsine selam olsun
Sen böyle diyince her sabah vapura sana gelirken misss gibi kokularının önce caddenin başından burnuma geldiği inci pastanesinin pastacı amcasının ismini hatırlamadığımı ama her sabah o tatlı günaydınını hiç unutmadığımı fark ettim,
Hatta yıllar sonra tekrar sırf onun için bahariye caddesine çıkıp dükkandan içeri girdiğimde her ikimizin birbirimize dakikalarca bakıp gözlerimizden süzülen yaşları ......ve sessizce yaşadığımız özlemi
Yine sabah sabah duygusala bağladın beni ve iyiki varsın ki insan olduğumu hatırlattın
Seni seviyorum
(Not : pluton da dahil hepsine hala gıcığım )
Any :))
Çenebaz
Eylül'den midir nedir, okuduğum her satırda hüzün bulaşıyor eteklerime...
sevgiler
Kalemine sağlık...
Geçmişe, bizi biz yapanlara ne güzel selam vermişsin öyle...
Bir selam da benden gelsin o zaman...
Alarkocu Osman amca o zaman sen bana telefon kablosu verdin ya, işte o zaman iyiliğe güzelliğe daha çok inanır oldum ve inan hiç vazgeçmedim♥
Hadi hatırla bakalım şimdi!
Dur, önce Vidadiye Teyze. Ki, kendisi mahallenin Fahriye Ablası idi. Yani benim uzun saçlı, kısa akıllı zamanlarımda.
Ay sonra, Yıldırım Kırtasiye. Hem pul alırdık kendisinden, hem Jules Verneler hem de mevsimi geldiğinde uçurtma:) Defter, kalem, silgiyi saymıyorum bile.
Külahda leblebi tozu, açıkta satılan pembe gofretler, şemsiye çikolataları ve tarifsiz kokusu ile Tisko Bakkal.
Aman Handan, az daha yazarsam kopyalayıp blog sunumu yapıcam. E, tabii tevellüt eski olunca...
Bir de kokular alır götürür beni oralara...
Güne bir nostalji ile başlayıp gençliği anımsamak çok güzel. :)
Hatırlayabilenler yaşantımızdan hiç eksilmesin.
Ama o cocukluktaki hicbirsey de silinmiyor hafizalardan oda apayri bir konu:))