Bu kadarcık bir çiçekti dalından kopartıp çay bardağına koyduğumda. Sonra o bardakta köklendi, balkon saksıma dikildi. Üç senedir büyüyordu orada. Dedim ki bu sene çiçeklensen artık. Kırmadı beni. Mis kokulu güzellik.
Baktım kitabımı bitirmişim, uçak saatine de daha var. Uzun zamandır yazmadığım kitap yazısı yazayım dedim.
Bu aralar Tekerlekler kitabı elime yapıştı kaldı. Tatile gelirken onu getirmek istemedim. Annemin kitaplarından çünkü. Ama sonra elimdeki listeden tek okumak istediğim yine annemin kitabı oldu :D
1974 baskısı kitabı kaplayarak korumaya alfım. Keyifle okudum.
Selma Lagerlöf 'ün Nills Holgersson'un Serüvenleri kitabı. Öyle güzel bir kitaptı ki. Çocuklara her akşam bir bölüm okunup üzerinde konuşulabilir diye düşündüm. Ve Uçan Kaz çizgifilmini izlemek istedim yeniden.
Nills 'in maceralarıyla İsveç coğrafyası, bitki örtüsü , doğal yaşamı ve tarihini öyle güzel anlatmış ki yazar.
En şaşırdığım da geçen sene Metehan'la gittiğimiz Skansen Açık Hava Müzesi'nin kitapta olmasıydı. Bendeki kitap 74 basımı, ne kadar eski müzeymiş diye düşünürken baktım ki kitap 1906 larda yazılmış. Ve müze de 1891 'de açılmış. Şaşırmakta haklı değil miyim :) (Müzeyle ilgili yazımı merak edenler buraya tıklasın)
"Ergeç herkes ölecekti, bunun bir çaresi yoktu. Vicdan huzuru veya azabı içinde ölmek, herkesin kendi bileceği işti." "Sevinç dolu, narin pespembe olan o gizli şey, yani gençliğin ve diriliğin ta kendisi, gelip tepeyi donatmıştı." "Kralların, papazların, senyörlerin, şehirlilerin yapacağı şeylerin ömrü uzun olmaz. Ama siz bana Doğu Gotya'da daime namuslu, metin köylülerin bulunacağını söylediniz. O zaman ülke şimdiki onurunu hep koruyacak demektir. Çünkü yalnız toprağın tükenmez bağrında çalışanlar bir ülkenin refah ve onurunu yüzyıllardan yüzyıllara ulaştırabilirler." "Kış bitmişti, yaz yaklaşıyordu. Yaşamak çocuk oyuncağı demekti o zaman." "Aklı başında, yaptığını bilen kimselerin övgüsü kadar insana hoş gelen çok az şey vardır."
Evet bu haftaki salımızda bir kitap birikti. Bakalım haftaya elimde sürüklenen diğerini de bitirmiş olacak mıyım. Bahar okuma şenliğinde üç beş kitap okumuş olabilseydim bari.
Ne kadar insanları sınıflandırmanın kötülüğünü bilsek de kafamızdaki resimlerin dışına çıkmak gerçekten de çok zor.
Bilinçli halim insanları sadece ikiye ayırıyor. İyiler ve kötüler.
Ama bilinçaltı aynı şekilde çalışmıyor bence.
Dış görünüşleriyle, konuşmalarıyla ne bileyim hatta derilerinin renkleriyle ya da ülkeleriyle hemen kafamızda oluşan bir resme oturtuveriyoruz.
Ne acı.
En basitinden zorlukla yürüyen yaşlı bir insan gördüğümüzde vakti zamanında dansçı olduğunu düşünemememiz gibi. Masum gözüken ama otomatik çalışan sınıflamalar bunlar.
Bilemiyorum, belki de beynin her şeyde olduğu gibi bu konuda da otomatiğe atıp yedeklemesi onun için normaldir. Ve bizim de yapabileceğimiz bilinçli olarak bu duyguyla savaşmaktır her defasında. Belki bir daha hiç bebekliğimizin objektif bakış açısına sahip olmamızın imkânı yoktur.
Fakir, kirli, kara bir çocuk gördüğümüzde çantamıza sarılıp gardımızı alırken beyaz, temiz, varlıklı görünüşlü çocuklara kaptırabiliriz herşeyimizi. Suratına bakmadığımız şıpıdık terlikli şortlu tip doktor çıkıp hayatımızı kurtarabilir belki de.
Yurt dışında bizi kötü görüyorlar diye kınarken bize gelen göçmenlere aynı şekilde bakmak çok mantıksız değil mi?
Kendimce bunu aşmanın yöntemi olarak değişik kültürlerin filmlerini izleyip kitaplarını okumayı belirledim. Her yeri gezemeyeceğime göre.(Yapabilsem ne güzel olurdu:) Gezsem de içinde yaşayamayacağıma göre. En yapabileceğim şey bu gibi geliyor. Farklı kültürleri izleyip farklı kültürleri okumak.
En azından kendime çeki düzen verip karşımdakine bir şans tanımama olanak sağlar belki.
Zira farklı kültürleri kendi kültürümüze göre değerlendirmek de en masum önyargıya giriyor.
Ne tuhaf hepimiz herkes kardeş olsun diyoruz. Ama iş teoriden uygulamaya geçince o gelsin benimle kardeş olsun ben gitmem modundayız.
Hiç düşündünüz mü, bloglarda kendimizi çok yakın hissettiğimiz dostlarımızla apartman komşusu olsaydık, birbirimize.ne kadar şans verirdik acaba diye.
Burasının güzelliği yüreklerimize bakmamızdan geliyor biraz da. Önyargılarımızı devreye sokmadan birbirimizi kucaklıyoruz. Çünkü kelimelerin rengi, fiyatı, ülkesi, dini, ırkı yok, sadece içeriği ile bizi birleştiriyor.
Tchibo'dan şöyle bir çorap aldım. Düz taban ayakkabıları giyemiyorum, bu işe yarar gibi geldi.
Ben hiç sevmem ama babetlerle falan düşünülebilir diye size de göstereyim dedim.
Arka tarafının bileğini silikonlu yapmışlar kaymıyor ama ayakkabı içinde de kaymadan durur mu bilemiyorum. Patik çorapların en çıldırtıcı özelliği ayaktan sıyrılıp ayakkabının içinde kaybolması :D
Bugün evimi derleyip toplamam gerekiyor zira yarın karı koca üç günlük kaçamak yapacağız.
Geçen haftalarda öyle bunaldım ki Can'ın boş günleri olunca gidip bir nefes alalım istedim.
Havaalanına yakın bir otel ayarladık. İçinden çıkmadan kendimizi şımartacağız.
Metehan biraz ben de geliim moduna girdi ama, bayramdan sonra zaten tatile gideceğiz. Üstelik beyfendi arkadaşlarıyla da gidiyor bu sene. Hiç acımadım ona. Bilgehan zaten bilgisayar başından ayrılmasın, bizimle gelmemek canına minnet.
Dün gidip kendime çeki düzen verdirdim. Saçlarımı biraz kestirdim. Manikür pedikür. Şımarttım kendimi diyeceğim ama benim için kuaför diçşiyle aynı rahatsızlıkta. Üstelik daha sık gitmem gerektiğinden daha da beter :)
Alış veriş yaptım aylar sonra. Bir siyah tunikimsi şey aldım. Ama en önemlisi ayakkabı aldım.
Rahat ve şık. Çok sevdim. Biliyorsunuz benim için ayakkabı almak deveye hendek atlatmaktan zor. Pek mutluyum o yüzden.
İşte böyle. Şimdi gidip çamaşır makinasını çalıştırıp sonra evi toplayıp mutfağa girip ardından ütü masasına günlerdir biriktirdiğim ütülerle gömülürken bir de tatil çantamı hazırlayayım. Sonrası süpürge ve toz alma.
Epeydir haftalık yazılarımı yazmıyordum ama bugün ansiklopedide gördüğüm ilginç şey aklıma getirdi :)
Aydaş diye bir çocuk hastalığı varmış.
Siz duymuş muydunuz? Ben bilmiyordum.
Kırkı karışan çocuklardan biri sağlıklı diğerinin hastalıklı olmasına aydaşlık deniyormuş. Hastalıklı çocuk sağlıklının evine götürülüp onun giysileri giydiriliyormuş. Düzelmezse annesi sağlıklı çocuğun evinden birşeyler yiyormuş. Neyse devamı aşağıda yazıyor.
Küçükken oyuncaklarını toplattım hep. Tek kutu oyuncak çıkardı, o toplanmadan yenisi alınmazdı. Ola ki toplamazlar da ben toplarsam kutuyu tepeye kaldırdığımdan oynayamazlardı onunla bir müddet. Toplamadıkları çok olmazdı zaten.
Okula giderken önlüklerini kapının arkasına asarlardı. Odalarındaki her şey onların kolay kullanması için ayarlanmıştı. Boylarına göre askı takmıştım.
Yataklarını yapmaya ilkokulda başladılar.
Mutfakta birşeyler yapmak istediklerinde işim başımdan aşkın bile olsa izin verdim. Kendi ayakları üzerinde dursunlar, kimseye muhtaç olmasınlar diye uğraştım.
Yere atılmış paltoları, kaldırılmamış ayakkabıları ben kaldırmadım, onları çağırıp söyledim ki bilsinler öğrensinler.
Nerdeeee.
Olay uzaktan kumandalı çocuğa dönüştü.
Anne söylemediyse yapmaya gerek yok.
-Oğlum şu yerdeki şeyi niye almayıp üzerinden atlıyorsun?
-Sen demedin ki!
-Yavrum kafanın içindeki beyin her yerde süper çalışıyor da eve gelince mi eblehleşiyorsun.
Şu an yataklar yapılmıyor, kıyafetler üstüste odalarının her yerinde, Metehan söylediğimde toparlıyor Bilgehan hiiç ellememekte.
Ben de ellemedikçe pislik ve karışıklık denizinde yaşıyoruz.
Arada içim daraldığında odalarında ne varsa bir torbaya doldurup altında kalanları temizliyorum.
Bütün çocuk eğitimi kitaplarını kınıyorum.
Nerde anacım o çocuklar.
Ya da benimkiler defolu çıktı.
Bilemiyorum.
Kızlara göstermek üzere veri depoluyorum, sonra bana vıy demesinler, bile bile lades olsunlar.
Iyk, klavyeye dokunmadan önce aşı falan vurulmak gerek. Eldiven de şart :{
Bütün günü tembellik yaparak geçirmenin mutluluğunu yaşamaktayım :)
Cumartesi günü arkadaşlarımla keyifli bir iftar arkasından sahur yaptık.
Dün abuk subuk şekilde uyumaya çalışıp uyuyamayarak geçti.
Sabah Can'la Bilgiç'i yolcu ettim.
Sonra Bilgiç okuldaki törenden arkadaşlarıyla geldi. Bahçeye nerf oynamaya gittiler.
Sonra daha da kalabalık olarak geri dönüp evde film izlediler.
Akşama Metos'la Bağdat Caddesi'ndeki yürüyüşe gittik. Uykusuzluktan kılımı kıpırdatasım yoktu ama bayram kutlamazsam olmaz. Bu yurdu bize verenler yorgunum, uykum var, hava sıcak, hava soğuk falan deselerdi şimdi hiçbir şeyimiz olmazdı.
İki saatlik harika yürüyüş sonrasında Kadıköy'e gidip yemek yedik.
Eve döndüğümüzde pilim tamamen bitmişti. İlk defa sahura kadar oturamadan yattım.
Iyk. Kalkıp bir şey yemek ne zor geldi ya Rabbim.. Zorla atıştırıp su içip yeniden sızmışım.
Bu gün akşama kadar kılımı kıpırdatmadım.
Alt kattan tamir sesi gelmeyeydi iyiydi ama yapacak bir şey yok. Müzik setini açıp bangır bangır müzik dinledim ben de.
Bugün bloğumun yaşgünü çekilişini yapacağım. Ama bir şey fark ettim. Hediye veririm dediğim tabak postada kırılacak tarzda bir şey. Onun yerine başka şeyler aldım dün. Yani tabağı beklemeyiniz. Neden ilk başta aklıma gelmedi kırılabileceği bilmem.
İşte benden bugünlük böyle.
Fotoğraflara dinlediğim albümden şarkılar sakladım isteyen alsın :)
Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu. Kızaran ufuklardan kaldırıyor başını Yeryüzüne can veren Cana heyecan veren Al yüzlü oğan güneş! Takanın burnu nasıl Karadeniz'i yırtar; Siz de bir anda öyle yırtınız uykunuzu, Uyanın Samsunlular! Kurutacak gözlerde umutsuzluk yaşını Al yüzlü oğan güneş! Bugün Çaltı burnundan gülerek doğan güneş!
Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu. Uyanın Samsunlular! Uyumak ölüme eş, Diriltin ruhunuzu. Ufukta bir gemi var!
Fakat bu gemi niçin böyle yavaş geliyor? Acaba yolu mu az, yoksa yükü mü ağır? Bu gemi umut yüklü, inan yüklü, hız yüklü; İçinde bu vatanın derdiyle yanan bağır, Kurulacak yarını düşünen baş geliyor. Bir baş ki gökler gibi bir küme yıldız yüklü! Bu gemi onun için böyle yavaş geliyor
Yıl, 1919, Mayısın on dokuzu. Ufukta duran gemi gitgide yaklaşıyor Sanki harlı bir ateş Yakıyor ruhumuzu. Beklemek üzüntüsü her gönülden taşıyor. Üzülmemek elde mi? Hız yüklü, inan yüklü, umut yüklü bu gemi!
O umut yayıldıkça ruhlara sıcak sıcak, O hız doldukça bütün damarlara kan gibi, Gizli gizli inleyen her yürek canlanacak, Ateşler püskürecek uyanan volkan gibi!
Gittikçe büyükleşen Gölgene dikilmekten Karardı gözlerimiz. Koş, atıl, gemi, sana engel olmasın deniz!
Ak saçlı dalgaları birer birer kes de gel! Kuşlar gibi uç da gel, rüzgâr gibi es de gel!
Gecenin bir yarısı fırının kapağını silerken aklıma geldi.
Sizi bilmem ama ben fırını çok kullanıyorum. Özellikle kış boyunca ızgara balık yapıyorum. Patates kızartması yapıyorum. Hele o balıkta kapak yağ lekesi oluyor çok.
Eskiden ciflerdim. Ama karbonatı keşfettiğimden beri çok daha kolay halleder oldum.
Bir kaşık kadar karbonatı kapağa döküp bez ile ovalıyorum. Ciften çabuk çıkartıyor. Ellerim de hatur hutur olmuyor. (Eldiven gitme özürlüyüm de)
Bir de ben sebzeleri evyeye su doldurup orada yıkarım. Eskiden dezenfekte etmek için ya cifliyor ya da çamaşır suyu döküyordum. Tabi sonra da bir saat durulamaya çalışıyordum zararlı kimyasal kalmasın diye.
Şimdi önce karbonatla ovuyorum, pırıl pırıl oluyor. Sonra da biraz sirke döküyorum üzerine.
Böylece sebzeleri güvenle koyuyorum yıkamak için.
İşte böyle dedi gecenin ikisinde fırın temizlemekte olan arkadaşınız.
Bu hafta bana bi hallar oldu. Koltuk sil, cam sil, duvar sil, ha babam bişeyler siliyorum. Geçen gecenin ikisinde de banyo fayansı silmekteydim. İçime kakılmış kaçtı sanırsam.
Bloğa ilk yazıyı yazmamdan (Bknz) bu yana on dört yıl geride kalmış.
On dört yıl, bu fotoğraflara baktığımda çok daha belli oluyor sanki :)
Bu süre boyunca bir çok güzel arkadaş edindim. Kimisi bloglarını kapattıklarında hayatımdan sessizce çıktılar. Hüzünlendim. Bazen sırf kendime yazdım. Gelen giden kimse yoktu. Yine de vazgeçmedim. Benim günlüğümdü burası zira. Bazen cümbür cemaat şenlendi, mutlu oldum.
Ben sadece içimden gelenleri yazdım. Şiirleri, şarkıları, filmleri, kitapları, gezdiğim yerleri, sıradanlıkları, farklılıkları.
Gelenleri ağırladım, sevdiğim blogları gezdim. Takipçilerim diye düşünmedim hiç, arkadaşlarım oldu hep.
Öylesine yorum yazmadım gittiğim bloglara, içimden gelmediği sürece. Gelen bütün yorumlara cevap yazmaya çalıştım. Eğer bir kişinin yorumuna cevap vermişsem herkesinkine de verdim. Sanki gelen misafirlerin bir kısmıyla konuşup diğeriyle ilgilenmemek gibiydi başka türlüsü.
666 izleyici sayısı var şu anda. (Ne rakam ama :)
Genelde ben gidip yeni blog bakmam pek. İzlediklerime ancak yetişiyorum çünkü, okumadan sadece izlemiş olmak için izlemiyorum. Onun için blog takip etkinliklerine de pek girmem. Gelip yorum yazıp, varlığını hissettiğim herkese dönüş yapmaya çalışıyorum. (Selam cnm, bana da beklerim gibi yorumlara üzgünüm pek bakmıyorum.)
İşte böyle.
14 yıl ve 6389 yazı.
Hayatımın özeti burada.
Oğluşlarıma benden hatıra kalacak diye düşünüyorum.
Ayyy çok uzadı, sıkıldım.
Buraya kadar okumayı başaranlar aşağıya not bıraksınlar. Zira çekiliş zamanı.
Geçen seneye kadar kaçıncı yılsa o kadar kitap dağıttım ama takdir edersiniz ki bu gitgide zorlaşmaya başladı :D
Onun için bu sene bir kişiye kitaplığımdan bir kitap ve yanında şu sevimli ikiliyi hediye edeceğim. Minik sürprizlerle birlikte.
20 Mayıs'ta çekilişi yapmayı düşünüyorum, 19 Mayıs akşamına kadar yorum yapan herkes katılmaya hak kazanıyor.
Şimdi meydan okumayla ilgili iki sorunum var. Birincisi hiç film izleyesim gelmiyor günlerdir. İkincisi de ben internetten film bulmayı beceremiyorum :/
O yüzden iş D Smart, Netflix ve Apple TV de bulduklarımla sınırlı kalıyor. Ki sinir bozucu bir durum.
Neyse Netflix'e bakarken Coen Brothers'ın iki filmini gördüm.
Şöyle bir baktım da izleyip de sevdiğim iki tane filmleri varmış :
O Brother Where Are Thou. Harika müzikleri ve kahkahalar attıran konusuyla en sevdiğim.
Ve True Grit. Kıza hayran olmuştum izlerken :)
Bir de No Country For Old Man 'i izlemiştim. Hiç hatırlamıyorum gerçi ama sevdiklerimdendi o da. (Tipik Handan konuyu hatırlamaz ama sevdiğini hatırlayıp sonra tekrar tekrar izler :)
Filmlere bakarken Big Lebowski'yi gördüm. Jeff Bridge çok sevdiğim aktörlerdendir ama bu filmini hiç izleyesim gelmemişti. Eh, madem meydan okuyorum, izleyeyim o zaman dedim.
Hımmm.
İzlemesem de olurmuş.
En iyi filmlerinden birisi olarak geçiyor ama pöh, hiç benlik değilmiş. Sonunu zor getirdim.
Kimileri çol güldük falan diye yazmışlar, nesine güldüler anlamadım. İç sıkıcı olaylar karmaşasında bitse de gitsem modunda biraz hızlı geçtiğim yerleri olmuş olabilir.
İkinci film olarak bulduğum The Ballad of Buster Scruggs 2018 filmi. İçinde yanılmıyorsam 6 küçük hikâye var. Bu filmi çok sevdim. Hem görüntüler hem oyuncular çok güzeldi. İnsanı gülümseten, hüzünlendiren, düşündüren öyküleri ile bir kere daha izlerim sanırım.
Evet bu yönetmenleri ilk haftaya yazarak ikinci haftanın filmlerini izlemeye geçebilirim artık.
Ama önce şu çok sevdiğim Nerdesin Be Birader filminin şarkısını ekleyeyim buraya.
Pencerelerimi yapan kişiler cam silmemiş hiç belli ki. Bir taraf güzel açılıyor ama diğer tarafta devasa sabit cam var.
Benim eklemlerim nane, cama çıkmaya kalksam tutamazlar bile. Temizliğe gelen birisi vardı iki sene önce hastalandı. Artık çalışmıyor. Can 'ın işi düzenli olmadığından düzenli birisini alamıyorum. Zira gündüz uyuyup gece uçması gerekebiliyor.
Neyse, uzun lâfın kısası camları silemiyorum.
Salonun camları balkonlara bakıyor bir tek, o kolay. Diğer odaları görmezden gelebiliyorum. Ama mutfak gözüme giriyor.
Pratik bir şey yok mu diye araştırdım. Aliexpress 'ten bunu bulduk. İki parça, birisini camın dışına yerleştirip diğerini içeriden üzerine getirince güçlü mıknatısıyla yapışıyor birbirine. İçeriden silerken dışarısı da silinmiş oluyor. Dış parçanın ipi var. Onu da bileğimize bağlıyoruz ki ola ki ayrılırlarsa birbirlerinden aşağı düşüp kimseyi yaralamasın.
Tabii ki elde silmenin pırıltısı yok. Kenarlarda birikintiler kalıyor. Ama en azından özellikle bu polenlerin ardından gelen çamurlaşmış camlar dışarıyı gösterir hale getiriyor.
Benim için yeterli.
Cam temizlemek için yaşamıyorum şu hayatta sonuçta :D
Kitap okuyorum demek isterdim ama okuyamıyorum. Sürekli bir uyku sersemi hali içinde olduğumdan kafam basmıyor.
Telefonda " Kelime Gezmece" diye bir oyun oynayıp dünyayı geziyormuşum gibi yapıyorum. Sonra kafamda sal, salı, salık gibi kelimeler dolanıyor.
Elimden telefonu bırakıp başka şeylerle ilgilenmeliyim diye dün yine kakuro kitaplarımı aldım. Telefondan daha iyi.
Yapbozlarım var yapılacak, belki ona başlarım bugün.
Alt kattaki inşaat devam ediyor. Dün balyoz seslerinden kaçacak delik arıyordum. Yani yılda sadece bir dönem sürekli evdeyim, ona da bu denk düştü.
Bizim sitede bir ev gördük, alsak mı diye karar vermeye çalışmaktayız Can'la. Bizim oturduğumuz ev gibi sessiz bir konumda değil. Direk caddeye bakıyor. Bilemedim. Gerçi ben içinde oturmadan hiçbir eve karar veremiyorum. Neyse hayırlısı olsun bakalım.
Camların silinmesi gerek. Polen ve yağmurların ardından buzlu cama döndü. Neyse aldığım aparat tam pırıl pırıl yapamasa da köşeler hariç pratik işe yarıyor. Onu kullanacağım. (Fotoğrafını aradım ama bulamadım, cam silerken çekip gösteririm)
Şimdi gidip biraz daha kakuro çözeyim.
Gitmeden size bir iki şarkı bırakayım ama, fotoğraflara tıklayıp alın.
Allahım sanki bebekler, bir poz yakalayana kadar yamulduk :D
Yakam bağrım dönmüş, fotoğrafı çeken haber vermiyor.
Biri benim gelesim yok diyor, diğeri şimdi mi diyor.
Neyse sonunda hallettik.
Anneler günü hediyemiz erkeklerimin hazırladığı kahvaltı sofrasıydı. Bir an iftara yetiştiremeyecekler sandım ama yetişti hepsi :)
Buraya da hanım hanımcık bir Handan koyayım.
Biraz da aklımdan geçenleri paylaşayım.
Yılda bir kere gün kutlanması belki saçma ama günlük koşturmalar arasında kaçırdıklarımıza dikkat etmemizi sağladıkları için seviyorum özel günleri.
Evet olay ticari, annenize buzdolabı alın yok beş taşlı yüzük alın gibi reklamlar her yerde. Ama işi ticarileştirmek bize dayanıyor. Sen almazsan istediği kadar reklam yapsın. Gördüğünüz gibi tek kuruş harcamadan özel hissedebiliyoruz kendimizi.
Annesi olmayanlar için nispet yapar gibi deniliyor.
Ay her gün annemle şunu yaptım, anacım bana bunu getirdi, ana evi paylaşımları kimse yapmıyor sanırım.
Benim babam yok ve babaları olanlara bakmak içimi özlemle dolduruyor ama bu beni üzmüyor. Onlara maşallah diyor, kendi babacığımı anıyorum. Ve babamı anmak onu yaşatıyor bence. Üzülmemek için hiç hatırlamamak babamın asıl ölmesi demek.
Sevgili Bilge ramazana özel bir mim hazırlamış, iftarı beklerken yapayım ben de :)
1) Ramazanı bir hediye paketine benzetirsek. Sizin için nasıl bir paket olurdu ? İçinde sizin için neler olurdu ?
Huzur. Ramazan benim çılgın koşuşturmalarıma ara verip evimde ruhumu ve bedenimi dinlendirdiğim bir ay. Hayatımı yavaşlatıp evime daha çok vakit ayırıyorum.
Bir de kocaman iftar sofralarının mutluluğu var tabi. Nerede eski iftar sofraları demek yerine arkadaşlarımı, sevdiklerimi bol bol ağırladığım için bizim evde iftar sofraları hep var.
Ve şükür. Sahip olduklarımıza.
Bir de gurur. Nefsime hakim olmanın gururu. Dünya üzerinde istediğim ne varsa yapabilirmişim hissi veriyor.
2) Ramazan ile ilgili hatırladığınız en net anınız hangisidir ? Size kazandırdığı hislerle birlikte anlatır mısınız ?
Sanırım 7 8 yaşlarındayım. Ramazan yazın en sıcak günlerinde. (Ne tuhaf değil mi, dört mevsim ramazan yaşadım ama aklımda hep yaz olarak kalır) Öğleyin oruç bozmamak için inat ettim. Bizimkiler dil döktüler ama ııh. Gel gelelim akşam saat beş altı gibi susuzluktan artık zorlanmaya başlayınca babam bozdurmadı bu sefer de.
Elimden tutup beni mahallenin çarşısına götürüp istediğim her şeyi aldığı dün gibi aklımda. Ki ben çocukluğumu hatırlamam hiç. Gazoz, dondurma, hararet giderici ne varsa alıp dönmüştük. Ve balkonda kurulan sofranın başında ezanı beklediğim son dakikalar, hiç unutmayacaklarımdan.
3) Çocukluğunuzdaki Ramazan ve şimdiki yaşadığınız Ramazan arasındaki en belirgin farklar sizce nelerdir ?
Bence en büyük fark benim artık çocuk olmamam. Annemin hazırladığı sofralara kurulup iftar sahur yaparkenki keyif ve zenginliğinin yerini hiçbir şey tutmaz:)
Onun dışında artık oruç tutmanın göze sokulmasını sevmiyorum. Oruç tutmayanlara aşırı veryansın edilmesini anlamıyorum. Orucu tutan benim, evde sürekli sofra hazırlıyorum oruçluyken dışarıdakilerden bana ne.
Sanki müslümanlığı dün kabul etmişiz gibi diyetisyenlerin boy boy ne yiyelim listelerine gülüyorum.
Lokantalarını abartılı ramazan menülerini kınıyorum. Oruç tutmak gündüz keşiş gibi çekilip gece israf etmek demek değil bana göre.
Bilgehan ilk oruç tuttuğunda bana dönüp demişti ki:
Anne ben şimdi oruç tutarken fakirlerin halinden anlamıyorum ki. Akşam yiyebiliyorum. Hem de benim bir sürü oyuncağım var.
Son olarak bir ramazan hatırası daha yazayım buraya.
Öğlene kadar oruç tutarken ben bozmayacağım diyen Bilgehan ve ona katılan Metehan akşama kadar vakit geçirsinler diye sinemaya götürelim dedik. Hahaha, meğer kötülük yapmışız, patlamış mısır kokuları bastırdıkça bizimkilerin canı çekti. Akşam iftar soframızda patlamış mısır bile oldu haliyle :)
İlk akşamın baktıkça beni mutlu eden hatırasını da buraya bırakıp mimi bitireyim artık.