Biraz BİRikim'le ilgilendim bugün. Kıyıda köşede kalmışları toparlayıp oraya taşıdım. Son bir yılda topu topu dört beş yazı yazdığımı görünce de üzüldüm doğrusu. Söyleyeceklerim bu kadar mıymış benim ?
Dün gece Oscar izlemek gibi önemli görevimi yine büyük bir özveriyle yerine getirdim. Çay, kuruyemiş, meyva, bisküvi, çay, şeker desteğiyle inatla oturmama rağmen en son dört ödülde uyuyakalmışım:) Olsun.
Hugh Jackman, uzun zamandır beğendiğim yegane sunucu oldu. Bu kadar güzel dans edip şarkı söylediğini bilmiyordum doğrusu , çok hoşuma gitti.
Ödüllerle ilgili birşey diyemeyeceğim, zira filmleri seyretmediğimde ööööle baktım. Seyredip sevdiğim tek film Wall-E ydi, o da ödülü aldı :)
Kırmızı halıda bu hatuna bayıldım en çok. Zaten onu çok beğenirim.
Sevgili Owl beni mimlemişti. Biraz depresif bir keşif oldu ama :D
Hayatta daima keşfedeceğim yeni şeyler bulunduğunu,
Ama bu keşfettiğim şeylerin gelip geçip, zamanının dolduğunu,
Hiçbir keşfin istatistiki bir anlam ifade etmediğini, zira milyonlarca değişkenden sadece bir kaç tanesi sabitken keşfedildiğini, o değişkenler değiştiğinde keşfin de değişeceğini ,
En zorunun insanın bir insanı keşfetmesi olduğunu,
Bunca yıldır hâlâ kendimi bile tam keşfedemediğimi,
Cumartesi gecesi, hastalığım boyunca biriken 3 makina kadar çamaşırı ütüledikten sonra, bu kadar ütü yapan tatile gidecek kadar da iyileşmiştir diyerek pazar günü yola koyulduk.
Önce Ankara'ya uğramamız gerekiyordu. Ankara'da deniz yok ya orada hep kayboluruz biz. (Gerçi Antalya'da deniz var da ne oluyor, orada da kayboluyoruz, o başka) Sağolsun başkentimin nefis tabelaları da bir bilgi cimrisi ki. "Kardeşim ben gelmişim memleketin başka ucundan ne bileyim Batıkent'e gitmek için Sincan yoluna sapacağımı, elin mi kırılır oraya Batıkent de yazarsan." diye söylenerek bir saat sonra gideceğimiz yere vardık.
Ertesi gün kendimizi dağlara vurma günüydü. Ama yollar hâlâ çok komikti. Yaklaşık 20- 30 km kadar "Bozuk yol, 2 km" levhalarıyla karşılaştık. Herhalde bozuk yol 30 km levhasının bitmesine karşılık ellerinde bol miktarda bozuk yol 2 km levhası kalmıştı da onları kullanmışlardı :) Bir de döneceğimiz yolun bizim yönünde değil de ters yönünde işaret olması bayağı mantıklıydı doğrusu. Giden bulur, geri dönenlere de şimdi oradan geliyorsunuz diye biz haber verelim bari demişler :)
Neyse, nihayet, gideceğimiz yere ulaştığımızda, kar, ağaçlar, kar, ağaçlar, kar... Bizi dinlendirdi. Hemen kendimize kayak kıyafetleri, kayaklar falan ayarladık. Gelgelelim telesiyej tesisin bayağı dışında, çocuklara kayak öğretilen yerde ise hiçbirşey yok, kayakları sırtlayıp yukarı yürüyorsun. Çocuklar desen, mız mız da mızmız. Akşama dağ, kar, ağaç üçgeninin bana yettiğini, kayakla hiç işim olmadığını anlamış bulunuyordum. Hele 15 yaş altı çocuklara kayak kaydırmaya çalışmanın tam anlamıyla bir işkence olduğu, üstelik de ne gerek olduğu gibi kavramlar kafamda dolanıp durmakla kalmıyor aynı zamanda söylenme suretiyle dışıma da taşıyordu :)
Üçüncü günün sonunda kıskanç bir insan olduğumu fark ettim. Milletin küçücük çocukları kaymaya başlıyordu da benimkiler nasıl kaymazdı. Neyse sonunda yaka paça kar sapanı kaymayı öğrendiler de içim rahatladı biraz.
Aslında öğrendiler de ne oldu, başları göğe mi değdi? O da ayrı bir soru tabi. Kim, neden bu kayak denilen gereksiz şeyi icat etmiş? Ve biz bir sene boyunca zırnık spor yapmayan ikinci gençliğindeki insanlar, ne sanıyoruz, bir anda atletik mi olucaz? Hem bin bir alete çık yukarı, kay aşağı, çık yukarı , kay aşağı. Eeee? İki kere zirve yaptım da aşağı nasıl indiğimi ben bilirim. Kolum, bacağım, her yerim ağrıyor. Neyse, neyse.
Oteli çevreleyen ağaçlar orada kaldığımız süre boyunca bizi izlediler sanki. Uzuuuuun çam ağaçları rüzgârla bir sağa bir sola sallanarak mütemadiyen bize bakıp bizim hakkımızda konuşuyor gibiydiler.
İşte böyle bir tatildi.
Dönüş yolu bol yağmurlu, az parçalı bulutlu, nefis gökkuşaklı falan geçti. Uzun uzun anlatırdım ama ay sıkıldım, bu kadar uzun yazmaya alışık değilim ben :)
"Eski Japon kültüründe parıldayan herşey değersiz ve bayağı kabul edilirdi. Çünkü bu kültüre göre, parıldayan bir nesne yenidir bu yüzden, kullanımdan kaynaklanan soylulukla henüz değer kazanmamıştır. Eskimiş, pekçok kez çay içmekten sararmış bir fincan, sabrımızı, özenimizi aktardığımız bir eşyadır. Hem bize hizmet etmiş hem de zamanla huylarımızı, duygularımızı yüklenmiştir."
Sınav sorularına bakarken bu küçük parça çok hoşuma gitti :)