1.Kategori (10 puan): "İsminde GÜZ mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen veya olayların Güz'de geçtiği bir kitap."
Okuduğum kitap sayısı : 16 { 160 puan }
- Kasım 30, 2021
- 8 Yorum
1.Kategori (10 puan): "İsminde GÜZ mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen veya olayların Güz'de geçtiği bir kitap."
Can bu hafta sonu boş olunca Sincap'ın birinci yılını kampta kutlayalım dedik. İstanbul içinde deniz kıyısında bir kamp alanına girmek istedim.
Ağva 'da bir çok kamp alanı var. Yazın cumartesi pazar gidilmez ihtimal kalabalıktan ama bu mevsimde sakindir diye düşündük, öyleymiş :)
Yalnız asıl gitmek istediğimiz kamp alanı hayalimdeki gibi denize sıfır değilmiş, ağaçların arasında sevimli bir yerdi gerçi, oraya daha soğuk günde gitmeyi düşünerek yol üzerinde gördüğümüz başka bir tanesine girdik. Biraz bakımsız, tuvaletlerine aylardır el değmemiş, yerde bol miktarda tavşan pisliği olan bir alandı ama neyse kendimize güzel bir köşe bulduk. Elektrik vermiyorlardı ama bizim elektriğimiz yetiyor elektrikli soba falan çalıştıralım demediğimiz sürece.
Ormanda mini yürüyüş, odun toplayışın peşinden sahile yürüdük. Şurada oturup denizi izlemek öyle iyi geldi ki.
Hava kararmaya yakın akşam yemeği işlerine giriştik. Hava dışarıda oturulacak kadar güzeldi. Mangalımızı yaptık, yemek sonrası kahvemizi içtik. Sonra karavanda birinci yıl videosu çektik. Biz video çekerken iki çakır keyif genç dışarıda ateşimizin başında keyif yaptılar. Hahaha.
Sürdürülebilir sanat benim çok sevdiğim sanat dallarından. Hayran oluyorum bu fikirlere, çıkan eserlere. Şu portrelerin yüzlerindeki ifadelere bakıp bakıp şaştım kaldım.
Dünkü ruh halimden açık hava, vapur turu ve sanat ile uzaklaştım.
Yalnız vapurda annem bana Salacak'ın anlamını söyledi. Günün şokunu yaşadım diyebilirim. Merak eden gidip baksın, hayalimde salıncaklar, sahil, efil efil bir ortam olarak canlanan kelime neymiş öyle yaaa. Vay vay vay.
Şimdi gidip bulaşık makinası boşaltmak suretiyle özüme döneyim :P
Bir sürü cümle kuruyorum "yapmam lâzım" la biten. Başkaları için olanları yapıyorum da kendim için olanlardan kaçıyorum. Kendim için olan dediysem, hiçbiri güzel eğlenceli şeyler değil. Yani kendi başıma kafamı dinlemek için tatile gitmem lâzım cümlesini kuramıyorum bile. Ama spor yapmam lâzım, yememem lâzım, telefonu elimden bırakmam lâzım, daha çok evimle ilgilenmem lâzım gibi bilumum sevimsiz şeyi diziyorum önüme. Onları önüme dizdikçe kaçacak delik arıyorum. Sonra gelecek hafta meselâ hiç telefon elime almasam, hatta kitap okuyup film de izlemeden sadece kendi yaptıklarımla oyalansam diye fikirler üretiyorum. Niye? Oysa evde dururken bunu yapmam çok zor, önümüzdeki hafta sırt çantamı takıp bir trene atlayıp bir yerleri gezmeye gitsem fotoğraf makinam dışında bir şeye ihtiyacım bile olmaz. Ama öyle bir lüksüm yok. Çünkü ben özgür bir birey değilim. Çünkü yapabileceklerim küçük ev ortamımla sınırlı. Eh, evde otururken yaptıklarım olsa olsa ev temizliği düzeni, yemek, ne bileyim en eğlencelisi yap boz yapmak olacak. Hayır bir yere bir haftalığına gitsem yalnızlıktan sıkılıp dönmek isterim ihtimal ama sıkılıp dönmeden hissiyat oluşmuyor. Diğer seçenek de kendimi bilimum abur cubura boğmak - çünkü evde olduğum ve herkesin ardını topladığım sürece yediğim 3000 kalorinin bana vereceği hasar tek başıma gece dışarı çıkmak istesem alacağım hasardan sanki daha azmış gibi tek izin verilen kaçamak hakkımız bu. Anlıyor musunuz? Deli eden bir çocuğunuz var, kimse ilgilenmiyor sizden başka, gitseniz ne çıkar, döndüğünüzde daha çok işle karşılaşacaksınız. O yerdeki dağınıklığın üzerinden atlasanız ne olacak yarın yine siz toplayacaksınız. Herkesin kaçta kalkacağına göre siz kalkacaksınız. Kıyafetler sizde, ütüler sizde. Hiçbirinin ucundan tutan kimse yok. Oturup bir tepsi böreği yemek özgürlüğünüz var sadece. Ya da çikolata tıkınmak. Ya da saçma sapan telefon oyunlarında saatlerinizi heba edebilirsiniz. Ya da televizyonun dibine düşebilirsiniz.
Yapmam gereken şeyler dağ gibiyken kendime yapmam gerekenler beni yoruyor. Zaten asıl gerekenleri gün yüzüne çıkartıp kendim bile göremiyorum.
Kilo alıyorum, spor yapmıyorum, oyunları sildim on çocuğu olan ailelerin tiyatrolarını izliyorum bu sefer, sürekli açım ve doymuyorum. Çok yorgunum.
Bu da böyle karman çorman bir yazı oldu, içinden çıkamadım. Bırak dağınık kalsın.
Dün nihayet randevu aldığım diş hekimimize gittik. En son üç sene önce gittiğimizde emekli olmaktan bahsediyordu ödüm koparak aradım, neyse hâlâ bırakmamış. Hastalarım beni bırakmıyor ki diyor. Allah uzun ömür versin, bırakmayız tabi. Ben böyle işini seven, çalışırken etrafına enerji saçan, yaptığını özenle yapan bir insan görmedim.
Benim pandemiden hemen önce düşen kaplamam haliyle yerine girmiyordu artık. Onu temizleyip yontup yeniden kullanmaya çalışacak zira takdir edersiniz ki fiyatlar almış başını gitmiş. Annemin de işleri var. Bir müddet gidip geleceğiz yani.
Ve fakat işin en komik yanı benim sanki doktora gitmiyormuşum da tatile çıkıyormuşum gibi mutlu olmamdı. Şişli yav, Nişantaşı'ndan aşağı keyifli yürüyüş, dükkânlar, ilk gençliğimin anıları, nasıl özlemişim.
Üniversite yıllarımda her boş derste kendimizi okuldan atıp dolaşmalarımız, evleneceğim zaman o dişlerini yaptırmazsan seni evlendirmem diye annemin zorlamasıyla Erol Bey'in muayenehanesine ilk gittiğim müfettişlik yıllarım, Metehan'a hamileyken hiçbir yerde bulamadığım güzel jileleri bulduğum hamilelik zamanlarım, festivalde sinemaya geldiğimiz günler, hepsi hepsi aklıma geliyor.
Bir mekân içinde yaşanmışlıklar olunca başka güzel sanki, değil mi ?
Muayene sonrası kendimizi yola vurduk. Çift maskemiz ağzımızda, boş bir kaç mağaza dolaştık. Derken bir sergi gördük. Anneme dedim ki pandemide en güvenli yer sergidir, hadi girelim.
Gerçekten de binanın iki katı bomboştu. Hes kodumuzu verip girdik içeri. Hayatı Kodlamak diye LIA adlı sanatçının sergisiymiş. Bütün odalarda dev ekranlarda yukarıdaki gibi hareket eden şekiller vardı. Meselâ yukarıdaki Van Gogh eserlerinin yeniden yorumlanmış haliydi.
Binanın kendisi ise başka güzeldi.
Sonrasında insanları, vitrinleri, binaları izleyerek Beşiktaş'a kadar yürüdük.
İkimize de çok iyi geldi.
Bu hafta çok kitap okuma havamda değildim ama neyse, elimdeki kitabı bitirdim. Kitap da bitirilmeyecek gibi değildi tabi, çok güzel ve akıcıydı.
Magda Szabo'dan Iza'nın Şarkısı . Bana zamanda yolculuk yaptırdı.
Evimizin giriş katında Fitnat Hanım Teyze oturuyordu. Yaşı ilerledikçe hastalıkları başlamıştı. Çocukları İstanbul'un başka semtlerinde yaşıyorlardı. Fitnat Hanım Teyze'ye geçerken uğrayan, bahçede onunla oturan, halini hatırını soran bir çok komşusu vardı. Hepimiz ilgileniyorduk ama çocukları onu kendi apartmanlarına almaya karar verdiler akılları kalmasın diye.
O gidince kapıdan girip çıkarken gördüğümüz hafif aksi, ciddi yüzlü, beyaz saçı daima topuz yapılmış o İstanbul Hanımefendisini özledik. Ama evinden uzakta fazla dayanmadı. Yakınımızda olsun diye kendi apartmanlarına aldıkları anneleri düştüğünde duymamış çocukları. Vefat etti.
Hâlâ hüzünlenirim düşündükçe.
Yaşlandıklarında evlerinden ayrılmak insanlar için gerçekten çok zor olmalı. Hele ki gittikleri yerde artık onların dokunuşlarına ihtiyaç olmayıp sadece süs eşyası gibi durmaları beklenirse.
Iza'nın Şarkısı'nı bu çok hassas olduğum konuyla ilgiliydi. Zaman zaman Iza gibi olduğumu düşünüp kendimi eleştirdim, zaman zaman annesi olduğumu düşünüp yaşadıklarını yüreğimde hissettim.
Konusuyla, karakterleriyle, duru ve akıcı anlatımıyla çok severek okuduğum bir kitap oldu. İyi niyetle bile olsa yapılanların ne sonuçlar doğurabileceğini göstermesi ve farkındalığımızı arttırması göz önüne alındığında herkesin okumasında fayda olduğunu düşünüyorum. Zaten öyle güzel bir kitap ki elinize aldığınızda akıp gidecek.
🕯Elektrikli ekmek kızartıcısına asla alışamazdı, zira o zaman ateşin karşısına çömelemezdi ; korun sanki canlı bir varlıktan gelen esrarengiz solumasını dinlemeyi seviyordu ; ateş yanarken evde başka hiç kimse olmasa bile kendini yalnız hissetmiyordu.
🕯Vince hayata tapardı ; işsiz, hasta, sersefil dahi olsa, sadece var olmayı, yeryüzünde olmayı, sabah uyanıp akşam yatmayı, rüzgârın esmesini veya güneşin parlamasını, yağmurun usul usul yağmasını dünyanın en muhteşem armağını olarak görmüştü her zaman.
🕯Hatıralar kimseye aktarılamıyor maalesef.
🕯Her şey yok olmuştu, eski yoksulluklarından büyük bir sabırla, bitmez tükenemez bir maharet ve ustalıkla kurtarmış olduğu her şey ; tahripkar zamanı kandırma becerilerinin hiçbir tanığı kalmamıştı.
🕯İhtiyarlar eşyalarına bağlanıyor, nesneler onlara gençlere olduğundan çok daha fazla şey ifade ediyordu.
🕯Tanrım, acıyı yuvasından ve dünyadan kovmak amacıyla kendine dayattığı katılıktan ne kadar çok çekmiş olmalıydı! Ne yürek yakan şarkıların ne de insanı yumuşatan hatıraların sarsabildiği elmas sertliğinden!
Eveet, bu haftalık bu kadar. Şimdi Chuck Palahniuk 'tan Gösteri Peygamberi 'ni okumaya başladım, güzel gidiyor. Haftaya onu ve Osho'nun Zekâ 'sını okumayı bitiririm diye düşünüyorum. Bir de Pekin'de Sonbahar var elimde yarısına kadar okuduğum ama onu mu bitirsem başka kitaba mı başlasam bilemiyorum . Aşırı absürd karakomik kitapları pek sevemiyorum sanırım, okunuyor okunmasına da ha onu okumuşum ha yoldaki reklam tabelalarını yazacaktım ama reklam tabelası bile işime yarayabilir :D
Hepinize iyi okumalarrr..
Herkes tatile gitti sanırsam, pek sessiz buralar.
Gelecek haftadan itibaren rejime başlayacağım, bol miktarda ağlama ve yakınma yazılarına geri döneceğiz.
Bugün Aynur, Kürşad ve annemle Suadiye sahiline gittik, annem pandemi başından beri ilk defa bir kafede oturdu.
İki yüz günlük duolingo sonunda üçüncü üniteye geçebildim. Bildiğim bir dili tekrar hatırlamak bu kadar zor olmamalıydı sanki :/
Rejimle birlikte her gün spora da başlayacağım. Umarım. Ay başından beri nane mollayım diye onu da aksatıyorum.
Telefondan oyunları sildim bu sefer de instagramın keşfetinde vakit geçiriyorum, o iş öyle olmayacaktı Handan.
Ah, Can bana yeni bir osma kamera almış. Nasıl bişey olduğunu keşfetmeye çalışıyorum. Çok komik. Yakında keşif videosu gelecek.
Kampın videosunu da hazırlamaktayım.
Daha İğneada videosunu da hazırlamadım, altı ay geçecek neredeyse.
Ev bakıp duruyorum. Ne kiralık beğenebildim, ne satılık. Bu mahalleden uzaklaşamak istemediğimiyoruz, yeni yaoılan içi modern pencereleri dip dibe evleri beğenmiyoruz (hoş fiyatlarıyla onlar da bizi beğenmediklerini bildiriyorlar ya neyse), bahçe olsun istiyoruz, e araba ve karavan için park yeri olsun, çocukların odaları ayrılsın felan derken zaten fiyatlar almış başını gitmiş, öyle bakınıp durmaktayım.
Evim dandini.
Geçen sene %50 düşürülen maaşımıza %25 zam gelmiş. Hımmmm. Eski maaşa dönmemiz için %100 artması gerekiyordu sanki. Şu dönemde cidden sömürüldüğümüzü hissediyorum.
Fiyatlardan hiç bahsetmeyelim. Geçen gün keçi peyniri alayım dedim, keçiyi alsam daha ucuza gelirdi sanırım.
Neyse saat gece yarısına gelmiş, gözlerim kapanıyor. Yazdıklarımı düzeltmekten bi hal oldum.
Buraya kadar okumayı başaranlar sağdan saysın, kim sonuna geliyor, kim iki cümleden sonra kaçıyor not alıcam :D :D
Aynı anda beni hem deli eden, hem çileden çıkartan, hem de kahkahalara boğabilen sevgili Cancım.
Biz onu kutlarken 30 yaş bile çook uzaktı, hahahah, elli küsür yaşında hâlâ benimle olacağını düşünmüş müydün acaba :D
Ne şanslı adamsın hee..
Hayalindeki bahçene, içi tamir malzemesi dolu garajına kavuştuğun nice güzel yılların olsun :)
Geri döndük. Ne zamandır aklımızda olan Düzce'de Dokuzdeğirmen Köyü'ne geldik. (8 saatte :D :D) Burada arkadaşımızın daha önceden tanıdığı rafting yeri vardı, aslında kapanmış ama bize kamp yapmamız için izin verdiler . Kendimize ait kocaman alanımız oldu :)
Ekipte herkes keyifli olunca bütün başımıza gelenler sonradan kahkahalarla anlatılacak macera olarak yanımıza kâr kaldı. Yine de şom ağızlılık yapmayaydım iyiydi :D
Salı günü peynir almaya Kadıköy'e gittik annemle. Dedim ya artık daha sık çıkacağız diye. Sabah dokuz gibi evden çıkıp yürüyerek on gibi varınca dükkanlar yeni açılmış oluyor, sessiz sakin tadını çıkartıyoruz.
Artık Kadıköy'e inmeyi özlemeyi bile bıraktık ve halimizi hiç iyi görmüyorum. Kasaba gideceğiz ya da peynir alacağız diye gidip havamızı değiştiriyormuşuz. Evet, her gün mahallemizim güzel sokaklarında sakin sakin yürüyüş yapıyoruz ama otomatiğe bağlayınca insan -ya da ben - dolap beygiri gibi hissediyor.
Çift kat maskemizi takıp kuaföre kadar yürüdük. Sabah ilk randevu bizimdi. Çıkışta kalabalık sokaklardan sakin dükkanlara kaçıp biraz dolandık. Küçük hediyelik eşya dükkânlarından ufak tefek şeyler alıp onları desteklemeyi seviyorum.
Anneme, artık daha sık gelelim Kadıköy'e dedim. Sonra kendimize müze falan bulalım gidecek. Hayatımızın iki senesi geçti. Kalabalıkta kafelere falan oturmam, maskemi çıkartamam ama sakin saatlerde vitrinlere bakabilirim, belki bir vapura binip gideriz karşıya, ne bileyim Bağdat Caddesi'nde yürürüz. Zorlayalım kendimizi, kapana kapana ruh dünyamız küçüldü iyice.
Benim de tepemin tası attı sonunda. Karavan olmasa çoktan atardı zaten ya.
Bu arada lütfen dün aldığım tabaklara bakar mısınız? Shopier'deki küçük işletmelerden birşeyler almayı da seviyorum. İki tane almıştım, herkes çok sevince iki tane daha söyledim, bize yakında oturuyorlarmış hemen getirdiler :)
Aslında karavandakileri fazla bulup eve taşıyordum ama bu tabaklar beni çok mutlu ettiler. Ve küçük pasta tabağı da yoktu zaten.
Gördüğüm bir şeyi ihtiyacım yoksa kolay kolay almam ama arada yüreğimi sıcacık yapan bir güzellik olursa kendime hediye ediyorum.
Saçlarımın son halinin yakın plan fotosuyla bu yazımı bitireyim. Daha uzayınca tepemde toplu oluyor, sanırım en pratik, güzel şekillenen ve sağlıklı durduğu uzunluk bu. Kuaför beyaz saç daha yaşlı gösteriyor dedi ama bana niye hiç öyle gelmiyor bilmiyorum :D Saç boyatma girdabına yeniden düşesim de hiç yok.
Artık gidip yatayım. Yarın sabah erkenden pazara gitmek için kalkacağım malum. İyi geceler hepinize.