Bir ay oldu gideli, becerip de yazısını yazamadım bir türlü.
Bir gecelik bir kaçamak yapmayı ne zamandır istiyorduk, bir türlü denk düşmemişti. En sonunda başardık. Tıkış tıkış dolu, oturacak yer bulamadığımız vapur biraz gözümüzü korkutsa da (Hafta içi öyleyse sonunu düşünmek bile istemiyorum :) kendimizi adaya attık.
Tabii ki bütün adayı yürüterek götürdüm erkeklerimi otele :) Aksi halde bu güzellikleri nasıl görebilirdik ki :) 1895 'te yapılmış Hamidiye Camii çok güzel ve zarif, değil mi ?
Ada evlerine bakmak mutluluk veriyor.
Hepsine bakmak değil elbette. Bu harika binaya bakarken içimiz acıdı. Rum Yetimhanesi, 1800'lerin sonlarında casino - otel olarak yapılan bu binaya izin çıkmayınca bir Rum ailesi tarafından alınmış. Yetimhane olarak kullanılması düşünülünce Osmanlı'dan da izin ve üstüne para yardımı çıkmış.
1964' te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yetimhane kapatılmış, kalanlar başka yere aktarılıp çürümeye terk edilmiş.
Gördüğünüz bu harika bina, Avrupa'nın en büyük ahşap binası oysa ki . Çok üzücü çok..
Neyse biz ağaçların arasında ve tepede olduğu için rüzgârlı yolumuzdan ilerlemeye devam edelim.
İşte otelimize de geldik.
Prenses Koyu'ndaki sahile indiğimizde masalara bakınca Japonya bizi izliyor diye gülümsedik :)
Yalnız şezlonglara bakar mısınız , hani hafta içi olmasa da burası tam dolu olsa akraba olup çıkacağız herkesle..
Akşam yine uzun bir yol yürüyüp tepedeki bir balık restoranına gittik. Eskibağ Teras. Yemekler pahalı olsa da gerçekten lezzetli, ortam güzel, servis hızlı ve manzara harikaydı... Tavsiye ederim.
Ertesi gün kahvaltı sonrası yürümeye devam ettik. Bu sefer adanın arkasından döndük ki aklıma koyduğum bir iki yeri daha görelim.
Yolda giderken yerde bu anahtarı gördük. Metehan dedi ki " Anne bilgisayar oyunlarında yerde gördüğün anahtarı almazsan sonra kapılar açılmaz ve dönüp onu aramak zorunda kalırsın "
Hemen durup onu almaya karar verdik.
Anahtar cebimizde Nikola Manastırı'na ilerledik.
Eski binaları seviyorum.
Burada ise başımıza çok ilginç bir şey geldi.
Binanın kapısından bahçeye giriliyor. Ama açık mı kapalı mı anlayamadık. İçeri doğru girip bir görevli ararken atmış yaşlarında bir kadın bize İngilizce olarak burası yasak, gidin dedi. Ama tavrını ve bağırışını görmeliydiniz.
Hayır yasak olabilir, bunu garipsemiyoruz, ne de olsa dini bir mekân, saygımız sonsuz. Ama , kendi ülkemde, İngilizce olarak söylenmesi pek tuhaf geldi. Daha da tuhafı hırsız yakalamış gibi niye bağırıyorsun, sakince gelip söylersin , biz de gideriz.
Can sağa sola Türkçe konuşacak bir görevli var mı diye bakmaya çalışır kadın sürekli "It's forbidden "diye bağırırken arkadan da iki kadın sesi geliyordu, Türkçe bilmiyorlar mı, bakar mısınız falan diye konuşmalar birbirine karıştı ama olay tamamen arap saçına dönmüş olduğundan kimse kimseyi anlamadı :)
Beş dakikalık bir yaygaranın sonunda Türkçe konuşanlar görüş alanıma girince bir şekilde iletişim kurabildik.
Bizim yaygaracı teyze orada kalan bir misafirmiş. Hastaymış sanırım. Diğerleri asıl görevlilermiş. Onlar İngilizce bilmediklerinden kadının bizi kovmakta olduğunu anlamamışlar, dolayısıyla bizim neden garip davrandığımızı da algılayamamışlar :D
Velhasıl, aslen içeri girmek yasak değilmiş. Manastır misafirhane gibi kullanılmaktaymış, içerideki minik ve şeker kiliseyi de gelenlere açıp gösteriyorlarmış.
İşte olay çıkartarak girdiğimiz kilise :)
Sonradan düşündüğümüzde, yerde bulduğumuz anahtar cebimizde olmasaydı içeri giremeyeceğimize karar verdik.
Hahahaha, haksız mıyız ama:D