Nostaljik Pazartesi

Bu haftaki nostaljiyi "pozitif" etiketinden yapmaya karar verdim. 

Hormonlarım normale döndü. Halsizliğim azaldı, batsın bu dünya modum hafifledi.

 Haftasonu denize yürüdük Metehan'la. Platon'dan Aristo'ya, kedi videolarından,  kadınlara centilmenlik yapmak cinsel ayrımcılığa girer mi gibi konu irdelemelerine bol bol sohbet edip iyot kokusu eşliğinde çayımızı yudumladık. 

Bu sabah yüz defa uyanınca, altı buçuk gibi kalktım yataktan. Mutfağımı toparladım. Dün aldığım simitle kahvaltımı yaptım. Bilgehan'ın kahvaltısını, öğle yemeğini hazırlayıp onu yolcu ettim. Buzdolabına tıkıştırdığım meyveleri yıkadım. Pirinç suya koydum. Tavuk haşladım suyuna çorba yapmak için. 

Bir saat sonra sporum var. Kitabımı okuyarak onu bekleyeceğim. Hımmm, ya da hazır başka işim yokken market alış verişi yapayım. 

İşte böyle bir sabah. Ağustos ağustosluğunu yapmadığını hissetmiş olacak ki son gününde sıcak ve yapış yapış. Bir yaz sonu daha geldi. Yaz sonlarının hüzün vermesi ne tuhaf. Oysa sonbaharı da kışı da çok severim. İlginç bir şekilde fark ettim ki,  yılbaşı ocak ayında ama yıl sonu ağustosla bitiyor benim için :)

Amma gevezeliğim varmış.

Haydi nostaljiye bakalım :)


16 Mart 2016 Çarşamba

Üstümü Başımı Silkeledim


Bu çiçeğin ismini bilmiyorum.  Bütün saksılarıma dağılmış. Minicik birşey ama yayıldıkça yayılmış tek başına farkına bile varılmayacak olmasına rağmen çiçeklenip dikkatimi çekmeyi başarmış.. İyilik gibi, sessiz sakin,  kendi yolunda. Umursamadan büyük ve şaşalı şeyleri..


Bunu da bilmiyorum. Çam ağacına benziyor. Fıstık çamı mı acaba diye şüpheleniyorum. Bir gün ekivermişim, can bulmuş.. Belki birilerinin yüreğine de farkında olmadan ektiğim güzellik tohumları vardır fikrini sunmuş..


Bu budanmış bir ağacın dalları. Minik tomurcuklarıyla yerde gördüğümde dayanamayıp bir kaç tanesini vazoya yerleştirmiştim. Kolay kolay yıkılmam diyerek yapraklanıyor, koskocaman bir ağaç olduğunu unutma dercesine..


Bu bir karpuz sanıyorum. Yaprağının üzerindeki çekirdek ona benziyordu. Yine yedikten sonra o minik mucizeyi toprağa koymuşum. Hayatın sonsuz döngüsü karşımda boy göstermiş, yenilenmiş geri dönmüş, anlamamı bekliyor.


Bu saksımdaki yeşil bir bitki. Kopmuş dalını suya koymuştum. Kopmuş bir dal.. Köklendi, yaşıyor. İki yaprağı var üzerinde. İki yaprağıyla suda pes etmeden hayatına devam ediyor.

Ölüme çare yok.. Ölümcüller her yerde,çirkin ve kirli ellerini uzatıp duruyor.

Ama biliyor musun?

Hep hayat kazanıyor.

Güzel ve iyi, sessiz ve derinden yoluna devam ediyor.

Ve göreceksin, yine yeşillenecek... Dallarını kırsalar, köklerini kopartsalar, yapraklarını yolsalar da hiç fark etmez. Yine yeşillenecek.

Aksini kabul etmiyorum...

O kadar...

30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun


 Sabah, Üsküdar'a yürüyüşümüzde çektim bu mini videoyu. Atatürk'lü bayrakları İstanbul'un her yerinde görmek ne iyi geliyor bünyeme bilemezsiniz. 


Ve bir Ağustos sabahı Afyonkarahisar karşısındaki tepelerden (Kocatepe) gürüldettiğin top,  bütün yumulu gözleri uyardı. O kükreyiş,  içli dışlı anlayışsızlara senin cevabındı. Senin Derne çöllerinde, senin Anafartalar yalçınlıklarında, senin Bitlis taşlıklarında denediğin Türk gücünün ne dağlar devirebileceğini dünyaya bir kez daha duyurdu.


Ruşen Eşref Günaydın

Atatürk'ü Özleyiş kitabından.

Denizin Delisi


 Bu sabah Metehan'la üşenmeden yola vurduk kendimizi. Ağrıyan aksayan yerlerime inat denize ulaşıp çay keyfimizi yaptık. Çok şükür.




Akşam Akşam







Akşam annemle yürüyüşe çıkalım biraz dedik. Ara sokaklar oldukça tenha oluyor mahallede. Evden çıkarken ilk defa elim kolum boş olunca evde biriken atık yağ ve kumaş çöplerini götüreyim diye sitenin ana kapısına gitti. Oradan çıkınca benim kuaförün önünden geçiyorsun ki altı aydır hiç geçmemişim :)

Kapısı açıktı, yarın sakin bir zamanı olur mu acaba diye sorsam mı derken beni gördüler. " Neredesiniz siz  ,  merak ettik " diyerek yakaladılar beni.
İşte o arada ben içeri girmiş ve çıkmış oldum.
Yalnız nasıl ferahladım, nasıl bi ağırlık kalktı üzerimden bilemezsiniz. Hâlâ iki renkli saçım. Henüz renk meselesine karar veremedim. Biraz da böyle dursun bakalım.
Artık vücudumda dişlerim dışıda yapay hiçbişi kalmadı :D Hoş biraz daha dişçiye gitmezsem onlar da kalıcı gözükmüyorlar ama dayan kaplama...

Duruldum Azıcık

Yine gözlerimi zor açtığım bir sabah. Bilgehan okuluna yolcu edildi. Birazdan Metehan'ı kaldıracağım ve sporum başlayacak.



Dün mutfağı biraz hale yola soktum. Yani nihayet yerdeki domates lekeleri silinebildi. Bu sabah Can'ın yaptığı rafın en üstüne de kutuda birşeyler koyarak tıkış tıkış doldurdum. Herkes yine yasaklar başlayacak, bıttırı bıttırı derken önlem olarak aldığım fazladan bir paket pirinç, un ve şekerin komikliğini düşünmemeye çalışıyorum. İzmir'de her yerden uzak olmanın verdiği yedekli alma alışkanlığımdan yeni kurtulmuştum ben daha. Neyse.

Mutfak biraz düzelip, buzdolabını açtığımda eşyalar üzerime düşmemeye başlayınca düşüncelerim ve sıkıntılarım da hafiflediler. Evi süpürüp salonun tozunu  alınca bayağı sakinledim. Tabi bu bütün işleri benim yaptığım gerçeğini değiştirmiyor,  sadece temel işleri yapmaya yetişmiş olduğumu gösteriyor.

Şu an pilates hocam mesaj attı, canlı ders yapamayacakmış, ödev verecek. Ay ay, ne mutlu oldum. Metehan'ı kaldırır kaldırmaz uyurum ben biraz daha o zaman. Yalnız o ödevi vermeyeydi iyiydi, en sevmediğim hem kardiyo hem kalça basen. Iyk. Neyse.

Gidip tostunu pişireyim Metehan'ın. Sınavı var bugün de. Yaz okulunu yarılamış bile. Zaman nasıl da hızla geçiyor.  Haftaya da Japon üniversitesindeki iki dersi başlayacak. Pek heyecanlı.

Eveet, dan 10.23 olmuş. Çayımı alıp balkona çıktım. O arada mutfakta kapatmak için her gün tep içine yaptığım bir çekmeceyi de boşaltıp silip yeniden yerleştirdim. 

Acaba yatmadan sporu da yapsa mıydım? 

Yarın bir nikâha gideceğim. Belediyenin bahçesinde olacakmış. Gitmesine gideceğim de saçlarımı ne yapacağımı bilemiyorum.

Boyatasım yok. Yeniden her ay kuaöre koşturmak hissiyatına girmek istemiyorum bir müddet daha.

Kısacık kestirsem beyaz kalsa. Onu da çok yapasım yok. Tepemde toplu durması pek pratik geliyor şu an. Ama uçlardan kesilmesi lâzım zira çıtıl olmuş.



Benim kuaförüm örebilir mi acaba . İnce ördürenler gördüm, çok güzel duruyor.  Ve fakat onun için de kuaförde kaç saat durmam gerekecek.

Ya da bir fön çektirip bandanamı takıp gideyim, beyazlar kamufle olur.

Hadi fikir verin bana.

Sabahları uykum gelmese, enerjik olsam yaaa. Niye uykum var bu kadar.



Yine Depresifim, Okumasan da Olur

Bu sabahı yorumlara cevap yazmaya ayırdım. Ne ara birikmiş yine o kadar anlamadım. Ben domateslerle boğuşurken (pöh domatesmiş, bildiğin ergenle boğuşuyorum.) zaman geçmiş . Yorum yapanlardan özür diliyorum,  bi dağıldım ben bu aralar.

Bugün artık şu mutfağımı düzeltip temizlesem. Daha oğlanların odasına girecektim güya, yataklarının altındaki çekmeceyi düzelttim gerisi kaldı. 

Evdeki herkes gitse ben on beş gün temizlik yapsam. Bütün hayalim bu. Artık hayallerim de manyadı. İşin komiği ultra gerçekleşmesi olanaksız hayal. Oğlanlar babalarıyla tatile çıkmak asla istemiyorlar.

Bugünler de geçecek ve sen herkesin evde olduğu zamanları özleyeceksin Handan diyorum ama bu ses pek cılız çıkıyor. Sürekli çok kapsamlı düşünüp içinde bulunduğum anın güzelliklerini görerek nankörlük ettiğimi düşünmekten de bıktım. Evet şükredecek çok şeyim var ama çok zor zamanlar yaşıyor olmamı değiştirmiyor bu. Daha kötüsü olmadığı için şükretmek beni bir yere çıkartmıyor artık.

Hayır anlamadığım şu. Misafir ağırlamıyorum, gezmeye gitmiyorum, hep evdeyim. Yine de neden işler bitmiyor! 

Neyse,  anlıyorum da,  elimden bi kaza çıkmasın diye anlamamaya devam edeyim ben.

Ay ben bir müddet yazmasam mı acaba. Sıkkınç yazılar dizisine döndü burası. Az biraz susiim,  düşümmiim, kendimi işe vereyim. Zaten babam da beni bu üçüne hizmetçi olsun diye okuttuydu onca yıl.



Oradan Buradan

Sabah yedide kalktım. Bilgiç Bey bugün okula gitmeye karar vermişler neyse ki. Kahvaltı hazırladım. Onu kaldırdım. Ben de tabağımı alıp balkona çıktım. Kitabımı bitirebilmek için uğraşıyorum. Sabahları daldan dala atlayan cümleleri biraz daha uzun okuyabiliyorum. 

Sekizde Metos'u kaldırdım. Bugün Japonya'daki üniversitenin internette oryantasyonu vardı. Ona katıldı. Adamlar internet kafe bile yapmışlar anlattığına göre. Ekrandaki masalardan birisine tıklayıp oturabiliyor, yanına gelenle kantin muhabbeti yapabiliyormuşsun :) 

Bilgiç okula gitti. Metos bilgisayara geçti. Ben sabah sessizliğinde instagram için kitap videomu hazırladım. 

Saat 11.00 de sporum vardı. Kılımı kıpırdatasım yoktu. Zira beklediğim için hala gelemedi o ayın muayyen şeysi,deli ediyor beni.

Neyse mutfaktaki bulaşıkları topladım aheste aheste.  Migros'tan alış veriş yapmaya başladım. Bi baktım toplam tutar uçmuş gitmiş, döndüm eksiltmeye başladım.

Kasaba sipariş verdim. 

Derken yarım saat erkenden spor başladı. O arada Metos yeniden yatmaya gitti.

Spor sonrası market alış verişini bitirdim. Mutfağa girip fasülye, dolmalık biber yıkadım. Biberleri ayıkladım. Fasülyeleri alıp balkona çıktım. Müzik açtım. Onları ayıkladım. Tam biterken Can kalktı.

Tencereyi ocağa koydum. Kahvaltı (Number 4) hazırladım. Benim de öğle yemeği baktim gelmişti zira. Metos'u da kaldırdım.  

Şimdi fasülyenin pişmesini bekliyorum. Sonra gidip biraz yatacağım. Market alış verişleri gelince.yıka, yerleştir, akşam yemeği hazırla diye yine mutfağa yollanacağım zira.

Bir ara ütü yapıp, evdeki dağınıklıkla da ilgilenmeliyim ama ne zaman? 

Kitap Salı

Ortaya karışık eskilere devam ediyorum, zira hâlâ aynı kitap bitmedi. Bitmiyoooorrr.



📍Ne var ki insanları niyetimizle değil,  eylemimizle etkileriz. Niyet, ancak eylemde açık seçik ifade edilirse,  karşı tarafa ulaşır. Bir şeyi de unutmamak gerekir : Niyet sevgi dolu olsa bile eylem öfkeli ve korkutucu ise,  karşımızdaki ancak o öfkeyi görür, korkuyu yaşar. 



🐞 Her insanın içinde pırıltılar saçan bir başka insan olduğunu anlamıştım. O insanı bulup dışarı çıkarırdınız, ya da içinize hapseder,  varlığından haberiniz bile olmadan yaşayıp giderdiniz. 



🐘"İnsan daha yüksek bir idrak mertebesine eriştiği vakit" diyordu, " ne haramdan dem vurur, ne helalden. Ne cennet ister, ne cehennemden ürker. İmanın özüdür aslolan; şekli şemali, kabuğu kisvesi değil"



🏜"Yaşıyorum" dedi delikanlıya, aysız ve kamp ateşsiz bir gece,  hurma yerken. " Ve bir şey yerken yemekten başka bir şey düşünmem. Yürüdüğüm zaman da yürüyeceğim, hepsi bu. Savaşmak zorunda kalırsam, ölüm şu gün ya da bugün gelmiş vız gelir tırıs gider. Çünkü ben ne geçmişte ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşayabilirsen mutlu bir insan olursun. 



🌷İnsanın kendi kafasında yarattığı tehlike ile başa çıkması bazen gerçek tehlikeden daha zordur.


 

⛵️ Acaba bütün insanların hayatı da bu şekilde birtakım kopuk,  yarım şeritlerden mi ibarettir.


Nostaljik Pazartesi

Dün 65 kilo domatesle haşır neşir olunca bu yazım geldi aklıma. Belki birilerinin işine yarar :)

Bu arada bir kaç senedir domateslerin yarısını soyarak yapmaya başladım yeniden. Özellikle bahçe domateslerinden yaptığım kısmını. Tenceredeki kaynar suya atıp biraz bekletiyorum, kabuğu olduğu gibi soyuluyor üzerinden. 

Şimdi gidip her yeri domates olmuş mutfağımı temizlemem gerekiyor. Girişmişken kıyı köşe toparlamalı ama hâlâ halim yok. Gözlerimi bir açabilsem.


11 Eylül 2014 Perşembe

Domates Güzeli Handan Gruda Bildiriyor:-)

Son tencerenin içine biraz da biber doğradım, o da pişsin, işlem tamam:-) 


Ama dur baştan anlatayım. Her sene domatesi yaptım derim de hiç nasıl yaptığımı söylemedim sanırım. Belki birilerinin işine yarar:-)

Öncelikle kaplar ve yıkanmış kapaklar tezgâhtaki en ergonomik yer olan ocağın yanına dizilir.

Domatesler bitmiyo bitmiyo diyerek yıkanır. Tabi hepsi bitmez, zira evdeki kap kacağında bir sınırı vardır. Olsundur. Birazdan yıkama işlemine devam edilebilir, şimdi doğramaya geçelim.

İlk zamanlar domatesi soyup tencerede pişiriyor sonra da blenderdan geçiriyordum. Soymadan pişirirsem çekilirken kabukları kalıyordu hoş olmuyordu.

Takdir edersiniz ki bu gayet meşakkatli bir işti, üstüne üstlük domatesin en faydalı kısmı da gitmekteydi. ( Gerçi kabuklardan da çorba yapıyordum ama yine de aklım kalıyordu orada)

Neyse sonradan soymadan yapma kısmını öğrendim. Ki senelerce kullandığım minik mutfak robotunu bırakıp büyüğünü almamın sebebidir bu metod:-)

Nerde kalmıştık, güzelce yıkandı ya, şimdi de hepsi dörde bölünür. Ve porselen bir tabağın altına sürmek suretiyle bileylediğimiz bıçağıyla ( Ba ba ba ba, bir cin fikir daha verdim bu arada:-)  hazır bekleyen mutfak robotunda çekip tencereye koyulur.



Arada karıştırmak suretiyle pişirilir.

O pişerken boş durulmaz tabi, yenileri yıkanır, doğranır, bir sonraki postaya hazır edilir.

İçine bir şey ekliyor musun Handan?

Hayır canlarım, benim domatesler sade . İçine hiçbir şey katmıyorum. Tuzsuz, yağsız tek başlarına pişiyorlar.

Piştikten sonra benim gibi tencereden boşaltma özürlüyseniz, en büyük boy cezve ile kaynar halde kavanozlara hiç boşluk kalmayacak şekilde doldurulur. (Doldururken sağlıklı, huzurlu, keyidli sofralarda ağız tadıyla yensin diye dua da ederim ben hep:-) Can çağrılır- ya da siz onu çağırmayın tabi, sıkıca kapak kapatacak herhangi birisi de bu işi görebilir- yeni kapaklar sıkıca kapatılıp, ters çevrilerek konulur.

Soğuyana kadar bu şekilde dursunlar.

Kapak iyi kapanmamışsa sızıntı olabilir. Panik yok, o kavanoz tencereye boşaltılıp kaynatılarak yeniden aynı işlem yapılabilir. Yine de siz kapakları sıkı kapamaya bakın, İzmir'de bir keresinde sabah mutfağa girdiğimde tavana kadar domates kaplıydı:-)  Gülücük koydum ama o sırada hiç gülmüyordum takdir edersiniz ki. O günden beri kavanozları üzerine bir örtü seriyorum ki, fışkıracaksa da tavana ulaşmasın.

Şimdilik bu önemli mevzu ile aklıma gelenler bunlar. Sanırım son tencereler de pişmiştir. Masanın üzerinde onlara yer açmalıyım.


Ah,bir şey daha.. Ne kadar kaynatmalıyım derseniz, yakmadığınız sürece ne kadar kaynatsanız fark etmez, çok pişerse o kadar likopen açığa çıkar:-)  ( Bknz)

Sonradan aklıma gelen not : Kapak sayısını kavanozdan bol tutun, kapatırken işe yaramayan çok sayıda çıkabiliyor. Sonra vıy benim kavanozum var ama kapağım yok, uy nereden kapak bulsak falan demeyin, benden söylemesi.

Çok İşim Var Çok

Sabahın ilk saatleri. Bütün gece yatakta debelendim, nerem yatağa değse orası ağrıdı sanki. Güya sabah dinç kalkarım diyordum,  nerdee. 

Kahvaltımı yaptım. Az sonra Can'ı uyandıracağım, erkenden pazara gidelim diye.

Bu arada anneme uğrayıp bir iki parça eksiğini verip ondan da kavanoz almalıyım.

Karpuzu doğrasam,  mutfak hep güneş hem yanan ocakla ısındığında çok işime yarar.

Oğlanlara da birer sandviç ayarlayayım da kalktıklarında ayağımın altında dolaşmasınlar.

Dün sırf kavanoz kapağı var diye Carrefour'dan sipariş vermiştim. Hem geç geldi hem yanlış sipariş geldi hem de kavanoz kapağı yokmuş. Eee ne anladım bu işten. Umarım pazarda bulurum.

Saat 8.20 olmuş. Gidip işlerin ucundan başlayayım bari. Kendime geleceğim yok. Alah'ım bi fincan enerji versen bana, hiç kalmamış da. 

Towandaaaaaa.

Kuşlar Toplanmış Göçüyorlar, Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni *

 

Sabah sekizde çöp kamyonunun sesi ile uyandım. Tam dört tane çöp kutusu var, gürültüyü tahmin edebilirsiniz.

Sersem sepet salona geçtim.  Ne kalkabiliyorum ne uyuyabiliyorum. Ayın muayyen zamanları yaklaştığında bende böyle bir şabalaklık hali beliriyor. Belirince beklenti başlıyor. Başlayınca gelecek olan kaçıyor. Tam bir kısır döngü.

Biraz kitabımı okuyayım dedim. İki aydır aynı kitap elimde. Yaz okuma şenliğini tek kitapla bitireceğim sanırım. Neden inatla kitabı bitirmeye çalışıyorum, arada rastladığım cümlelerin güzelliği yüzünden.  Ama 360. sayfaya gelmişim, anlatılan şeyler aradaki cümle fırtınaları olmasa taş çatlasa 20 sayfaya sığardı.  Öyle bir karmaşa ki kafam dinçken beş on sayfa ancak okuyabiliyorum, diğer zamanlarda hiç okunmuyor. 

Neyse, on sayfa okuduktan sonra kalkıp kahvaltı hazırlayayım dedim. Herkes evdeyken milföyden börek yapayım, sıcak sıcak yeriz. Çay demledim, böreği hazırlayıp fırına sürdüm. Sofrayı kurdum. Saat on gibiydi radyoda bir klasik müzik açtım. Yaz bitmeden - ki eylül hafiften sızıyor ağustosun içine şu aralar - ailece balkon keyfi yapalım dedim. 

Can'ın işinin düzensiz saatleri her zaman sofrada bir arada olmamızı engelliyor. Çocukların oyunları da öyle. Tam sofraya çağırıyorum anne şimdi savaştayız,  bitince gelebilirim cevabı alıyorum. Artık on dakikaya mı bitiyor bir saate mi belirsiz. Dolayısıyla sabah kahvaltıları en güzeli.

Herkes uykulu gözlerle balkona doluştu. Avatar'ın ikincisinin çekileceğini öğrenen Metos James Cameron'un filmin birincisini çekmeyi teknoloji gelişsin de hayalimdekileri yapabileyim diye nasıl ertelediğini anlattı. Ben kendimi dünya üzerinde bir asalak gibi hissettim. Böyle yaratıcı insanların üzerimde öyle bir etkisi oluyor. Sonra diğer filmleri hangisiydi ki moduna girdik. 

Sabah kahvaltıyı hazırlarken, bugünü kutla Handan diye geçirmiştim aklımdan. Hayat ne olduğunu anlamadan geçiyor. Bunun da en büyük sebebi sensin. O geçsin bu geçsin diye bakıyorsun. Yemekleri hızla hazırlıyorsun, peşinden kovalayan varmış gibi otomatiğe alıp yapıyorsun işleri. Sonra da lök gibi oturup manasızca öldürüyorsun kalan zamanı. Sakince hazırla kahvaltıyı, sevdiklerinle birlikte o anın tadını çıkartarak otur sofraya. Kutla bu günü.

Biz sohbete dalmışken bir an gözüm gökyüzüne takıldı. 

Yüzümde kocaman bir gülümseyişle fırladım yerimden, makinamı almaya koştum.

Leylekler süzülüyorlardı üstümüzden. Ah nasıl güzel süzülüyorlardı hem de.


Sabaha başka bir güzellik kattılar. Hep birlikte mutlulukla izledik. 

Ve ben seyahat hayalleri kurmaya başladım :D Leyleği havada gördüm ne de olsa, bitiyor artık bu pandemi felan arkadaşlar    :)

Hem dün de büyülü bir yol belirmişti önümde.


 

Daha ne olsun.

Can koltukta,  Bilgiç yatağında uyukluyor şu an. Bir karganın sesi geliyor. Metos bilgisayarının başına geçmiş. Benim de gözlerim kapanıyor.  Bir rüzgâr esiyor. İşte böyle bir andan yazıyorum size bu satırları. 

Haftasonunuz huzurlu geçsin.


*Cemal Süreya 

Not: Sanırım fotoğraflara şarkı eklemeyi başardım,  tıklayıp bi bakın bakalım :)

İspat

 


Yeni tartı aldık, eskisi tartıp göstermeme hastalığına yine yakalandı zira. He canım, tartıyor ama ben üzülmiim diye ekranında göstermiyor.

Tartılamadığım bir aydan sonra 2 kilo fazla çıktım. Bu fazla tartıyor dedim. 

Can 100 leri aşmış. Bu fazla tartıyor dedi. 

Metos yetmişe yaklaşmış, fazla mı tartıyor yoksa kilo almayı başardım mı dedi. 

Bilgiç geldi. 

Kilo vermiş çıktı. 

Nasıl yaaa. Sürekli bişey yiyip içen o. 

Yaptığı tek spor konuşurken yürümek. 

Hımm.Sanırım ne kadar çok konuştuğunu bilimsel olarak ispat etmiş olduk böylece :D

Çalışkan Çarşamba

Bilgiç bana eskiden notalar A dan başlıyormş da sonra onlar kaydırılınca C den başlar olmuş anne diye anlatırken bizdeki notaların nereden çıktığını merak ettim. 

Guido D'Arezzo tarafından 1030 yılında bir koroya dizeleri ezberletmeye çalışırken icad edilmiş. 

  • Ut* queant laxis , (sadece senin hizmetçilerin)
  • resonare fibris, (özgürce ilahi söyleyebilir)
  • Mira gestorum, (mucizeleri hakkında)
  • famuli tourum , (işlerin hakkında)
  • Solve polluti, (günahlarının lekelerini sil)
  • labii reatum, (onların dudaklarından)
  • Sancte Iohannes… (Aziz John…)
Si hariç altı nota bu şekilde çıkmış. Ut şarkı söylerken uzatılamadığı için Do ya çevrilmiş. 

Çok ilginç değil mi? 

Daha çok ayrıntılı bilgi için şuraya ve şuraya ve daha da ayrıntılısı için şuraya bakabilirsiniz,  ben öyle yaptım :)

Dur bir de ansiklopediden Guido'nun sayfasını ekleyeyim buraya.





Sınava Hazırlık Maceraları 1

Bu öğretim yılı çok uzun geçecek.

 Dün sabah benimle aynı anda fırlamış yataktan oğluş. Bir gün öncenin travmasıyla kaldırmadım onu zannetmiş :D

Sabah gerilmeden, sinirlenmeden,  keyifle yolcu ettim onu.

Okul çıkışı telefon etti. Dönüş yolunda yürürken %90 bana söylemesi gereken acil bir şeyi vardır :)

Efendim sınavı kötü geçmiş ( eh aylardır hiç bir dersle alâkası yok iyi geçmesini beklemiyorduk zaten) ,  o üniversiteye girmek istiyor muymuş bilmiyormuş (ailemizin mandra filozofu olur arkadaş),  yapamayacakmış böyle (oğlum dün bir bugün iki, bi akşam önce 15 dakika iki test çözdün de mi yoruldun?) ,  kendi istediği konularda gelişmek istiyomuş ( valla koca yaz tatili bezgin Bekir şeklinde yatarken gelişmiş mi ki acaba?) . Tabi beş dakika sonrasında birbirimize sinirlendik, oğlum eve gel de konuşalım, bu yolda telefonla konuşulacak konu mu dedim. Sesimin tonunu beğenmedi (ne tuhaf kendisini anında böğürmeye başladığı ve bizi hep terslediği halde ses tonumuza alıngan olması :/) kapattık telefonu. 

Geldi, yemek yedi. 

Geçti karşımıza. Allah'a şükür saat henüz beş olmamıştı, zira biz bu konuşmaları genelde gecenin on ikisine doğru bende hal derman kalmamışken yaparız. 

Ne yapacağını bilmiyormuş, okumak istediğini zannetmiyormuş, yapmak istediği şeylere (ki ne olduğunu bilmiyor sanırım henüz) odaklanacak zamanı kalmıyormuş. 

Oğlum dedim,  liseyi bitirmeyi düşünüyorsun herhalde. Evet, onu bitiririm dedi. Eh, hazır bitirirken verilen ödevleri yapıp dersleri dinle. Senden daha fazlasını beklemiyoruz zaten. Sene sonunda üniversite sınavına gir. Sınavdan sonra kazandığın okulu dondururuz bir sene, istediğini yaparsın. Sene sonunda baktın para kazanıyorsun, halinden memnunsun okumazsın okulu. Baktın odaklanıp bir şey yapamıyorsun (en büyük derdi bu) okula devam edersin. Ki sen sosyal bir insansın, insanlarla birlikte olmayı seviyorsun. Zaten sevdiğin konuda okul kazandığında o dersler senin kendini geliştirmek istediğin dersler olacak.

Bol göz yaşılı konuşmamıza devam ettik.

Anneliğim  ne derece iyidir, güzeldir bilmiyorum ama verebileceğim daha iyi ne gibi bir cevap olabilirdi?  Zaten oku diye başıda boza pişirmiyorum ki. İstersen okulu bırak kaç kere demişimdir. Ama tabi o halde çalışman gerekiyor diye eklediğimden o da kendisini komi falan gibi düşünüp onu da istemiyormuş. 

Sorun bence bizimkinin hiçbir şey yapmak istememesinde. Ama ona göre bu tembellik değil onun dikkat dağınıklığı ve OKB sinin suçu . Olabilir, ben yaşamadım, bilemem. Ve fakat bana hiçbir şey yapamıyorum ağlamasıyla gelince inanamıyorum. Daha geçen sene 20 kilo verdin sen dedik. 20 kilo. Çılgın abur cubur temposundan tık diye sağlıklı yaşama geçtin. Lütfen başardığın irade gerektiren bu şeyi göz ardı etme. 

Neyse biz bir sürü şey dedik, o negatif haline devam etti. Ne desek bi kusur buldu. O zaman ne yapalım dediğimiz de "Bilmiyorum kii" diye söylendi.

Yine kısır dönen bir yere varamadığımız bir konuşma sonrasında mutfaktaki işlerime gittim. 

Bu arada o da kendi plânına göre ödev yapma zamanına gelmişti. Odasına girdim yatıyor. Oğlum ödevini yapmayacak mısın? (Allah sizi inandırsın toplamda on dakika sürecek iki test) Bilimum anlaşılmaz mırıltı aldım cevap olarak.

Evden çıkıp kulağıma müzik takarak yürüsem yürüsem sakinleşir miyim acaba dedim. Hoş bacağım sakat hâlâ,  yürüyemiyorum doğru düzgün.

Bir yandan fırın tepsisi sürtüp bir yandan daralmış çığlık çığlığa kaçmak istiyorum.

Düğüm çözen yapım devreye girdi o an.

Gittim yanına. Kalk hadi ödevini yapmaya diyerek dürtmeye başladım.  Tabi sevimli halimle. Kıpırtısız on dakika daha yattı. Ben havadan sudan konuştum, gameboyuyla tetrise başladım. Dürtmeye devam ettim. Bir mucize oldu, uyandı. Bana lâf yetiştirdi. Zorla gidip çantasını aldı. Ben tetris oynarken o teste başladı. Bak dedim, sana oyun oynuyormuş hissi vermek için oynuyorum, müziği ile ders yaptığını unutacaksın. Bak daha sallanırsan soru çözerken rekorunu kıracağım ha, haberin olsun. Falan derken testler bitti.

Gün iki. 

Aynı hareket iki kere işlemez bizde. Bu akşama başka bir metod bulmam gerekecek.

Çok sakin olmam gerekecek.

Ah, ah. Lise sınavında test çözsün diye kırk takla atarken yaptıklarımı beş sene sonra tekrar yapmak zorunda kalacağımı düşünmemiştim. O zamanlar her teste çekiliş yapıyorduk, hediye veriyordum falan. Şimdi işlemez onlar diyor. Hah. Bence paketlerin içindekini yine merak eder o.

Şu çocuklar okullarını bitirsin, emekli olacak Can. Beş sene koymuştuk önümüze, umarım beş sene sonra ikisi de ayakları üzerinde duran insanlar olurlar.

Vallahi ne iş yaparsa yapsın, umrumda değil. Hayatım boyunca da olmadı. Yeter ki mutlu olsunlar.

Nostaljik Pazartesi

 Nostalji haklarımı gezmek üzere kullanmaya devam :)


 Temmuz 2013 Salı

Kastellet

Yolun sonundaki Churchill Park'a giriyoruz en sonunda.


Eski binalara bayılıyorum ama bu ağaçlar yok mu bu ağaçlar. Hele bir de su kıyısındaysa, bırakın beri oralarda...


Hemen çimenlere atıyorum tabi kendimi. Sessizlik, rüzgâr, ağaçlar, bulutlar....


Tamam tamam kalkıyorum çimenlerden...


Burası da St Alban Kilisesi'ymiş. Bir milyon fotoğrafını çektim uzaktan ama oraya kadar yürüyecek halimiz kalmamıştı artık. (Bknz)


Bu manzaraya bakılmaz mı saatlerce?


Evet sonunda Kastellet'e ulaşıyoruz. (Bknz) Kapının önünde bu hüzünlü asker karşılıyor bizi. Burası bir askeri kale.


İki kapısı var, etrafı kanallarla çevirili...










İçerdeki binalar bize Yalova'da oturduğumuz lojmanı hatırlatıyor , gülüyoruz.



Derken arkasındaki bu alana çıkıyoruz.

Nasıl güzelliktir bu eski yel değirmenleri..





Oradan kalkıp Küçük Deniz Kızı Heykeli'ne, St Alban Kilisesi'ne bakamadıysak suç hep bu manzarada :)


Biraz mola vermek isteyenler buraya...