Şu Anda

Beş sene önce yazmışım bu yazıyı, aynı ruh hali içindeyim...

Uçsuz bucaksız doğanın içinde yürüyüş yapıyor olmak isterdim. Ve ayni zamanda bir derenin kıyısında ağaçların arasına kurulmuş hamakta uzanıp yaprakların arasından süzülen ışık oyunlarını izlemek. Ve aynı zamanda deniz kıyısında dalgaların sesini dinlemek. Ve aynı zamanda nefis bir kahvaltı sofrasına oturup mutlulukla yemek. Ve aynı zamanda Alaska'da karların arasındaki küçük kulübede ateş karşısında sıcak içecek icmek. Ve aynı zamanda tembelce yüzmek, maske şnorkelle dolaşıp balıkları izlemek. Ve aynı zamanda yağmurlu bir günde açık penceremin önünde battaniyeye sarılmış kitap okumak. Ve aynı zamanda harika bir film izlemek. Ve aynı zamanda yazı yazmak. Ve harika fotoğraflar çekmek. Ve yatağa gömülüp uyumak. Ve bir konserde bağıra çağıra sevdiğim şarkıya eşlik etmek. Ve seksek oynamak. Ve Venedik'te gondola binmek. Ve soluk soluğa tenis maçı izlemek. Ve buz pateni kaymak. Ve çimenlere uzanıp kalmak. Ve boyalara gömülüp resim yapmak. Sırt üstü yatıp yıldızları seyretmek. Piramitleri gezip, oradan Amazon'a uzanıp, bir filin üzerinde Tibet'e geçerek, aynı zamanda Aborjinlerle yürümek isterdim.

Bu kadar..

Vapur Halleri


Yalova'ya günübirlik kaçamak yapalım dedik. Vapurda Yalova günlerimizden bahsettik. Neler neler sığdırmışız o kısacık üç yıla.

Şimdi ben kitabımdayım, Metehan test çözüyor Bilgehan da resim çalışması yapıyor.

Küçük, sıradan ve keyifli bir an :)

Nihayet Vitrinin Tozu Alındı :)

Hayır aslında gelenlere dekorasyonda en son moda tozlu raflar konsepti diyerek şimdiye kadar idare ettim ama hafif şüphelenenler de oldu gibi geldi :)

Bir de camdaki son moda fırtına sonrası çamur damlacıklı görüntü kısmına el atsam iyi olacak sanırım.

Amaaan dünyamız toz ve nebuladan oluşmuş kaardişiim, gelmesin kimse üstüme :)


Annelik Halleri

Bugün evde tembel tembel uyuklarken Metehan aradı. Dersane çıkışı arkadaşlarıyla buluşacaklardı, buluşmayı bizde yapabilirler miymiş. Bir arkadaşı geçen kış boyunca hastaydı, çok şükür iyileşiyor. Dışarıda yemek yemesi yasak, steril yemesi gerek. Dolayısıyla yemek de hazırlamam gerekti. Tembel halimden sıyrılıp mutfağa giderken bir yerde yanlış yapıyorum ben dedim.

İki gün önce de Bilgehan arkadaşıyla sinemaya gitmişti. Çıkışta yemek yerler diye düşünmüştüm. Telefonum çaldı. Tabii ki bize gelebilir miyiz diye soracak dedim. Ki öyle oldu. Sinemada bir kilo patlamış mısır yediklerinden yemek de yememişler, yine yemek işi bana kaldı.

Yemek işi,  şu  bu önemli değil. Küçüklüklerinde de  dışarı oynamaya zorla yollardım yirmi dakika dolmadan beş çocuk daha peşlerine takılır gelirlerdi. Girerken izin isteyen olmazdı çıkarken izin alırlardı. Oyuncaklar toplanmış yerine konulmuş mı diye bakardım önce çünkü :) (Hahaha gaddar teyze)  Evde arkadaşlarıyla olmalarını seviyorum ama kendimi kullanılıyormuş gibi hissetmeye başladım.

Kendimi bildim bileli disiplinli bir.anne oldum.  On yıldır yataklarını kendileri yaparlar, bir oyuncak toplanmadan diğeri çıkmaz, okul dönüşü kıyafetler askıya asılır falan ama yaş ilerledikçe olay "Annem bir şey demeden yapmaya gerek yok"a dönüştü.

Delikanlılıkları ve hayatlarının en güzel zamanlarını keyifle geçirmelerini istiyorum. Ama ben de elli yaşına üç kalmış artık sınırlı enerjisi olan bir kadınım ve kendimi sürekli bir yerlere müdahale ederken görmekten yoruldum. Akşam beş defa dememe rağmen sabah kalktığımda bilgisayar başındaki bardaklara rastlamak, ani arkadaş baskınları,  kapı yanındaki ayakkabıları kaldırma uyarılarım. Duş aldırmak bile başka bir sorun. Hem kız arkadaş istiyor hem leş gibi kokuyor beyefendi ama anlatamamaktayım.

Neyse işte bugün son damla taştı.

Akşama ikisini de karşıma çekip konuşmam gerekiyor. Daha doğrusu üçümüzün karşılıklı konuşması gerekiyor. Birbirimizden ne istiyoruz, kim kimin hakkına ne kadar tecavüz ediyor.

Aslında öncelikle kendimle konuşmam gerekiyor. Kızdığım şeylerde benim ne kadar rolüm var, kimse benden istemezken kendi kendimi mi hırpalıyorum.

Düşünmem gerek.

Çocuğum İçin Önemli Olan Ne?

Çocuğunuz için İngilizce önemlidir diye yazıyordu reklâmda.

Bana göre çocuğunuz için en önemli şey onunla vakit geçirmeniz ve bol bol sevmenizdir, başka hiçbir şey değil.

Parmakları kukla gibi oynatmak en elektronik oyuncaklardan değerlidir, seleye çorap atmaca oynamak tablette kendi kendine basket oynamasından değerlidir.

Sürekli yanında durmak değil ama yanında olduğunuzu hissettirmek, sıkılıp yanınıza geldiğinde on dakika yanına oturup yeni bir oyun kurmasına yardım etmek yeterlidir çoğu zaman.

Ağzınızı her açtığınızda ödevlerden, sınavlardan söz etmek yerine güzel şeylerden, hayallerden, sevgiden, hatıralardan bahsetmek..

Onu her türlü kursa koşturmak yerine mutfakta karşılıklı sütlü kahve içmek,  onun asıl sevdiğini bulup ona eğilmek değerlidir.

Ben çalışkan bir öğrenciydim. Sınava girmek istemediğimden ne kolej ne anadolu lisesi hiçbirine gitmedim. Yabancı dilim fransızcaydı. Üniversite bitene kadar da o dili gördüm. Gramerini öğrendim konuşma sıfırdı. Okul bittiğinde dil kursuna giderim diyordum. Öyle de oldu, yüksek lisansı kazanınca mecburen bir sene ingilizce kursuna gittim.

İşe girdiğimde kolej mezunları üçüncü dereceden dil tazminatı alırken ben ikinci dereceye de yükseldim. Evet kırık dökük ingilizcem var, kendimi zar zor ifade ediyorum. Ama hayatımda hiç ingilizce konuşmak zorunda kalmadım ki.

Üniversiteden mezun olduktan sonra eline diyeceği cümleleri yazıp vererek İngiltere'ye yolladığımız arkadaşımız vardı. Şu an hem fransızca (fransızla evlenip orada yaşadı bir müddet)  hem ingilizce şakır şakır konuşuyor. Gerekince öğreniliyor demek ki.

Çocuklarım devlet okuluna gittiler. Ekstra tek kurs aldırmadım. İkisi de lisede hazırlık okudu (Bilgiç ortaokulun son iki senesinde de iyi ingilizce gördü) şu an çatır çatır konuşuyorlar.

Küçüklükleri bakkala giderken araba plakası okumak, karıncalara kırıntı atmak, bahçede suyla oynamakla geçti. Dershaneye sınavlardan önceki sene gittiler sadece. Okul seçerken eve en yakın olmasıydı benim için önemli olan. Evde bol bol oynadılar, uyudular, tembellik yaptılar.

Lütfen panik olmayın. Çocukları olmadıkları şeyler olmaya zorlamayın. İki yaşında matematik öğrenmesi gerekmiyor. Annesine bol bol sarılıp usandırıcı sorularına cevap alması yeterli.

Dönüp baktıklarında içlerini sıcacık yapan bir çocuklukları olması onlara verebileceğimiz en büyük hediye. İngilizce, matematik ve diğer bir sürü zamazingo her zaman öğrenilebilir, çocuklukları ise sadece kısacık bir dönem...

Adalar Müzesi

Bu sene sanırım cidden çok fazla müzeye gittik :)

Adalar Müzesi bol dökümanlı, okumalı, filmli , eğitici bir müzeydi.



Adaların oluşumundan başlayıp o zamandan bu zamana  neler neler olduğunu  bu şekilde büyük tabelalarda okuyup öğrenebiliyorsunuz. Resimlerle zenginleştirilmiş, bölüm bölüm ayrılmış yazılar zevkle okunuyor.

Adalara Prens Adaları denmesinin sebebi genellikle soylu sınıftan insanların sürgüne gönderildikleri yer olmasıymış, meselâ bunu öğrendik.


Arada deniz canlılarını da görebiliyorsunuz,







okul sıralarını da:)



Melih Cevdet Anday'a ait eşyalar


Rakı şişeleri



Eskiye ait bir çok objeler de var.



Tarihi olayların adalar boyutu.




Futbol efsaneleri.








Uzun uzun geziyor, düşünüyor, hatırlıyor, üzülüyor, hüzünleniyor ve gülümsüyor insan.







Son kısımlara doğru büyülü bir ortam hazırlamışlar. Uçuşan renkli tüllerin üzerinde  adalarda yaşayan, adaları yazan, çalan , söyleyen herkesten bir parça var. Aynı anda fonda da sesli olarak okunan parçalar var.


Kitap tutkunlarının, şiir çılgınlarının gidip orada olmaları gerek:)

Bu küçük kısımda da adalarla ilgili tanrıların hikâyeleri var. Amazonlardan İkarus'a bir çok hikâye.


Yerdeki bu ekranda hayali adaları anlatmaktalar.




En son bölümde göçlerle ilgili yapılan çalışmalar yer alıyor.


Şu tablo çok hoşumuza gitti. Her ne kadar çıkartma kalmadıysa da doğduğumuz yere kırmızı, yaşamak istediğimiz yere mavi çıkartma yapıştırarak genel dağılımı belirlemek açısından çok hoş bir çalışmaya katkıda bulunuluyordu.


Ve bahçesindeki yelkenliler de bambaşka güzeldi.


Sürgün kayıkları sergisi..


Biz bu müzeyi çok sevdik.

Son olarak şu bilgileri de vereyim.

Ziyaret Günleri ve Saatleri

Kış ayları 10.00 - 17.00
Bahar/Yaz ayları 09.00 - 18.00
• Aya Nikola Hangar Müze Alanı Pazartesi günleri kapalıdır.

Giriş Ücretleri

• Müze Çarşamba günleri ücretsizdir.
Ücret  5 TL
İndirimli  3 TL
Ücretsiz  • 12 yaşında altındaki çocuklar ve engelliler ile eşlik eden ziyaretçiler.

Büyükada

Bir ay oldu gideli, becerip de yazısını yazamadım bir türlü.

Bir gecelik bir kaçamak yapmayı ne zamandır istiyorduk, bir türlü denk düşmemişti. En sonunda başardık. Tıkış tıkış dolu, oturacak yer bulamadığımız vapur biraz gözümüzü korkutsa da (Hafta içi öyleyse sonunu düşünmek bile istemiyorum :)  kendimizi adaya attık.


Tabii ki bütün adayı yürüterek götürdüm erkeklerimi otele :) Aksi halde bu güzellikleri nasıl görebilirdik ki :) 1895 'te yapılmış Hamidiye Camii çok güzel ve zarif, değil mi ?


Ada evlerine bakmak mutluluk veriyor.


Hepsine bakmak değil elbette. Bu harika binaya bakarken içimiz acıdı. Rum Yetimhanesi, 1800'lerin sonlarında casino - otel olarak yapılan bu binaya izin çıkmayınca bir Rum ailesi tarafından alınmış. Yetimhane olarak kullanılması düşünülünce Osmanlı'dan da izin ve üstüne para yardımı çıkmış.


1964' te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yetimhane kapatılmış, kalanlar başka yere aktarılıp  çürümeye terk edilmiş.


Gördüğünüz bu harika bina, Avrupa'nın en büyük ahşap binası  oysa ki . Çok üzücü çok..


Neyse biz ağaçların arasında ve tepede olduğu için rüzgârlı yolumuzdan ilerlemeye devam edelim.


İşte otelimize de geldik.



Prenses Koyu'ndaki sahile indiğimizde masalara bakınca Japonya bizi izliyor diye gülümsedik :)

Yalnız şezlonglara bakar mısınız , hani hafta içi olmasa da burası tam dolu olsa akraba olup çıkacağız herkesle..


Akşam yine uzun bir yol yürüyüp tepedeki bir balık restoranına gittik. Eskibağ Teras. Yemekler pahalı olsa da gerçekten lezzetli, ortam güzel, servis hızlı ve manzara harikaydı... Tavsiye ederim.

Ertesi gün kahvaltı sonrası yürümeye devam ettik. Bu sefer adanın arkasından döndük ki aklıma koyduğum bir iki yeri daha görelim.


Yolda giderken yerde bu anahtarı gördük. Metehan dedi ki " Anne bilgisayar oyunlarında yerde gördüğün anahtarı almazsan sonra kapılar açılmaz ve dönüp onu aramak zorunda kalırsın "

Hemen durup onu almaya karar verdik.

Anahtar cebimizde Nikola Manastırı'na ilerledik.


Eski binaları seviyorum.


Burada ise başımıza çok ilginç bir şey geldi.

Binanın kapısından bahçeye giriliyor. Ama açık mı kapalı mı anlayamadık. İçeri doğru girip bir görevli ararken atmış yaşlarında bir kadın bize İngilizce olarak burası yasak, gidin dedi. Ama tavrını ve  bağırışını görmeliydiniz.

Hayır yasak olabilir, bunu garipsemiyoruz, ne de olsa dini bir mekân, saygımız sonsuz. Ama , kendi ülkemde, İngilizce olarak söylenmesi pek tuhaf geldi. Daha da tuhafı hırsız yakalamış gibi niye bağırıyorsun, sakince gelip söylersin , biz de gideriz.

Can sağa sola Türkçe konuşacak bir görevli var mı diye bakmaya çalışır kadın sürekli "It's forbidden "diye bağırırken arkadan da iki kadın sesi geliyordu, Türkçe bilmiyorlar mı, bakar mısınız falan diye konuşmalar birbirine karıştı ama olay tamamen arap saçına dönmüş olduğundan kimse kimseyi anlamadı :)

Beş dakikalık bir yaygaranın sonunda Türkçe konuşanlar görüş alanıma girince bir şekilde iletişim kurabildik.

Bizim yaygaracı teyze orada kalan bir misafirmiş. Hastaymış sanırım. Diğerleri asıl görevlilermiş. Onlar İngilizce bilmediklerinden kadının bizi kovmakta olduğunu anlamamışlar,  dolayısıyla bizim neden garip davrandığımızı da algılayamamışlar  :D

Velhasıl, aslen içeri girmek yasak değilmiş. Manastır misafirhane gibi kullanılmaktaymış, içerideki minik ve şeker kiliseyi de  gelenlere açıp gösteriyorlarmış.


İşte olay çıkartarak girdiğimiz kilise :)


Sonradan düşündüğümüzde, yerde bulduğumuz anahtar cebimizde olmasaydı içeri giremeyeceğimize karar verdik.

Hahahaha, haksız mıyız ama:D